Hukuk Genel Kurulu'nun 2023/350 E., 2024/285 K. sayılı kararı

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 29.05.2024 tarihli, 2023/350 E., 2024/285 K. sayılı kararı
T.C.
Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu
2023/350 E., 2024/285 K.
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesi
SAYISI : 2022/1255 E., 2022/780 K.
KARAR : Davanın reddine
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 24.03.2022 tarihli ve
2021/4154 Esas, 2022/2396 Karar sayılı BOZMA kararı
Taraflar arasındaki kadastro öncesi nedene dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvuru dilekçesinin 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun (6100 sayılı Kanun) 341/2, 346 ve 352/1 inci maddeleri gereğince reddine karar verilmiştir.
Bu karara karşı davalı vekili tarafından temyiz başvurusunda bulunulması üzerine Bölge Adliye Mahkemesinin 03.12.2019 tarihli ek kararı ile; 6100 sayılı Kanun’un 366 ncı maddesi delaletiyle aynı Kanun’un 346 ncı maddesi gereğince başvurunun kesin kararın temyizine yönelik olduğu gerekçesiyle davalı vekilinin temyiz isteminin reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesinin ek kararının davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda ek karar kaldırılarak Bölge Adliye Mahkemesi kararı bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacılar vekili; Çaycuma ilçesi, Dereköseler Köyü, 146 ada 2 ve 4 parsel sayılı taşınmazlara ait kadastro tespitinin hatalı ve yolsuz tescil niteliği taşıdığını, 4 parsel sayılı taşınmazda murisleri ..., ... ve ... eşit olarak hak sahibiyken murislerinden kendilerine intikal ettiğini, muristen kalan bir kısım yerlerini öncesinde taksim ettiklerini ancak dava konusu 146 ada 4 parsel sayılı taşınmazın taksim dışı bırakıldığını, taşınmazdaki zilyetliklerinin nizasız ve fasılasız yüz yılı aşkın süredir devam ettiğini, 146 ada 2 parsel sayılı taşınmazın da taksimde ... ve ...'a eşit olarak bırakıldığını, ancak zeminde fiilen yol olarak kullanılan alanın davalının taşınmazı içinde tapuya kayıt ve tescil edildiğini ileri sürerek 4 parsel sayılı taşınmazın tapusunun iptali ile altı hisse kabul edilerek üç hissesinin davacı ... adına, bir hissesinin davacı ... adına, bir hissesinin ... adına, bir hissesinin de ... adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini; 2 parsel sayılı taşınmazda ise arz üzerinde gösterilecek bölümün ayrılarak tapu kaydının iptali ile iptal edilen kısmın iki hisse kabul edilerek eşit olarak davacı ... ile davalı ... adlarına yol vasfı ile kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
II. CEVAP
Davalı vekilli; davanın kadastro tespit tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren on yıllık hak düşürücü süre dolduktan sonra açıldığını, ayrıca müşterek muristen gelen taşınmazların taksim edildiğini, taşınmazların kendi zilyetliğinde olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin 09.05.2019 tarihli ve 2017/153 Esas, 2019/175 Karar sayılı kararıyla; yapılan keşifte dinlenen mahalli bilirkişiler ve tanık beyanları ile 146 ada 4 parsel sayılı taşınmazın öncesinde tarafların atalarının kendilerince, daha sonra da harman yeri olarak zilyetliğinde bulunduğunu, herhangi bir miras taksim sözleşmesinin ispatlanmadığı, bu hâliyle 146 ada 4 parsel sayılı taşınmazda yolsuz tescilin bulunduğu; yine 146 ada 2 parsel sayılı taşınmaza dahil olan 05.12.2018 havale tarihli fen bilirkişi raporundaki krokide A harfiyle gösterilen alanın davacılardan ... ve davalının ortak kullanımında olduğu ancak davalının zilyetliğinin söz konusu olmadığı, A harfiyle gösterilen alanın yol olarak kullanılabilmesi için her iki tarafın da emek harcadığı, bu hâliyle bu alanın de tescilinin yolsuz olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. Gerekçe ve Sonuç
1. Bölge Adliye Mahkemesinin 07.11.2019 tarihli ve 2019/1082 Esas, 2019/994 Karar sayılı kararı ile; davalı vekilinin istinaf başvurusunun miktar itibariyle kesin karara ilişkin olduğu gerekçesiyle başvuru dilekçesinin 6100 sayılı Kanun’un 341/2, 346 ve 352/1 inci maddeleri gereğince reddine karar verilmiştir.
2. Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiş ancak Bölge Adliye Mahkemesinin 03.12.2019 tarihli ek kararı ile; 6100 sayılı Kanun’un 366 ncı maddesi delaletiyle aynı Kanun’un 346 ncı maddesi gereğince başvurunun kesin kararın temyizine yönelik olduğu gerekçesiyle davalı vekilinin temyiz isteminin reddine karar verilmiştir.
V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin 03.12.2019 tarihli ek kararına karşı süresi içinde davalı vekilince temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
“…Değerlendirme
Bahsi geçen 7251 sayılı Kanun’un 53. maddesi ile 3402 sayılı Kanun’a eklenen Ek 6. maddesinin gerekçesinde de açıkça belirlendiği üzere, bu madde ile mevzu davaların mülkiyet hakkına doğrudan tesirinden ötürü ehemmiyeti gereği miktar ve değerine bakılmaksızın kanun yolu incelemesine tabi tutulması suretiyle etkin denetim mekanizması oluşturulması amaçlanmıştır.
Anayasa ve AİHS ile güvence altına alınan adil yargılama hakkı kapsamında mahkeme kararlarına karşı kanun yolu başvurusunda bulunma hakkı, hukuki belirlilik ilkesi, etkin denetim mekanizmasının oluşturulması gayesi ve 7251 sayılı Kanun’un 53. maddesi ile 3402 sayılı Kanun’a eklenen Ek 6. maddesinin düzenleme amacı bir arada değerlendirildiğinde, tereddüde yol açan usul hükümlerinin aşırı şekilci olarak uygulanması neticesinde yasanın denetim yollarının kullanımını önemli ölçüde etkileneceğinden, kanun yolu başvuru aşamalarının süren usul işlemlerinden olduğu, hükmün kesinleşinceye kadar geçirdiği derecâtın bir bütünü oluşturduğu hususları da göz önüne alındığında, 3402 sayılı Yasa'nın Ek 6. maddesinin henüz kanun yolu aşamasında olan dava dosyalarına, yürürlük tarihinden bağımsız olarak sirayet edeceği hususunun tereddütsüz olduğu anlaşılmaktadır.
Somut olayda, Bölge Adliye Mahkemesince dava değeri istinaf ve temyiz incelemesine ilişkin parasal sınırın altında kaldığı gerekçesiyle kadastro öncesi nedene dayalı olarak açılmış olan eldeki tapu iptali ve tescil davasında, istinaf dilekçesinin ek karar ile reddine karar verilmiş olması yukarıda değinilen yasal düzenlemeye aykırıdır. Şu halde, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından işin esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken dava değeri dikkate alınarak istinaf dilekçesinin reddine karar verilmesi hatalıdır,…” gerekçesiyle davalı vekilinin değinilen yön itibariyle yerinde görülen temyiz itirazının kabulü ile Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesinin temyiz dilekçesinin reddine ilişkin 03.12.2019 tarihli ek kararının kaldırılmasına, 6100 sayılı Kanun’un 371/1-a maddesi uyarınca Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesinin 07.11.2019 tarihli kararının bozulmasına, dosyanın kararı veren Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesine gönderilmesine oy çokluğuyla karar verilmiştir.
B. Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile önceki karar gerekçesine ilâveten; 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun Ek madde 6 ile “Kadastro mahkemesinin veya otuz günlük askı ilan süresinden sonra, kadastro öncesi nedene dayalı olarak açılan davalarda genel mahkemelerin verdiği kararlar ile orman kadastrosuna ilişkin davalarda bu mahkemelerce verilen kararlara karşı, miktar veya değere bakılmaksızın 12/01/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümlerine göre istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulabilir” şeklinde düzenleme yapıldığı, böylece Kadastro Mahkemelerinden veya kadastro öncesi nedenlere dayalı olarak açılan davalara ilişkin genel mahkemelerden verilen kararlar ile orman kadastrosuna ilişkin davalarda, 6100 sayılı Kanun'un 341/2 ve 362/1-a maddesinde düzenlenen kesinlik sınırına istisna getirildiği, ancak 6100 sayılı Kanun'un 448 inci maddesi uyarınca tamamlanmış işlemleri etkilememek koşuluyla derhal uygulanma ilkesi geçerli olduğundan bu değişikliğin derdest davalara uygulanması gerektiği, 3402 sayılı Kanun'un Ek 6 ncı maddesinin geriye yürüyeceğine dair herhangi bir düzenleme yapılmadığına göre tamamlanmış işlemlere uygulanamayacağı, yürürlük tarihinde derdest bulunan davalara uygulanması gerektiği, ilk derece mahkemesi kararının verildiği anda değer itibariyle istinaf veya temyiz sınırının altında kaldığından kesin olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
VI. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen direnme kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalı vekili; Özel Daire bozma kararının yerinde olduğunu belirterek direnme kararının bozulmasını istemiştir.
C. Uyuşmazlık
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilk derece mahkemesince verilen karara karşı davalı vekilinin istinaf dilekçesinin Bölge Adliye Mahkemesince 6100 sayılı Kanun’un 341/2, 346 ve 352/1 maddeleri kapsamında reddine karar verilmesinin ardından 22.07.2020 tarihli ve 7251 sayılı Kanun’un 53 üncü maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanunu’na eklenen Ek Madde 6 hükmünün yürürlüğe girmiş olması karşısında, 3402 sayılı Kanun’un Ek Madde 6 hükmünün somut olaya uygulanıp uygulanamayacağı, buradan varılacak sonuca göre ilk derece mahkemesince verilen kararın miktar itibariyle kesin nitelikte olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
D. Gerekçe
1. İlgili Hukuk
1. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının (Anayasa) 13 ve 36 ncı maddeleri,
2. 6100 sayılı Kanun'un 341 ve 448 inci maddeleri ile ek madde 1 hükmü,
3. 7251 sayılı Kanun'un 53 üncü maddesi,
4. 3402 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmü.
2. Değerlendirme
1. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile hukuki kavram ve kurumların ortaya konulmasında yarar bulunmaktadır.
2. Anayasanın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36 ncı maddesinin birinci fıkrasında herkesin, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiş olup anılan maddede düzenlenen hak arama özgürlüğü, yargılama usulüne ilişkin güvencelerle hakkaniyete uygun yargılama yapılmasını hedefleyen ve demokratik toplumda vazgeçilmez nitelikte olan adil yargılanma hakkını da kapsayan geniş bir içeriğe sahiptir.
3. Hak arama, kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı ve insan onuru kavramıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle demokratik hukuk düzenlerinde hakların korunmasını ve hak ihlallerinin giderilmesini temin edebilecek hukuki yollar öngörülmüştür. Nitekim Anayasa Mahkemesi (AYM) de kararlarında hak arama özgürlüğünün hukuk devletinin başlıca ölçütü ve demokrasinin vazgeçilmez koşullarından biri olduğunu ifade etmiştir (AYM 19.09.1991 tarih ve 1991/2 Esas, 1991/30 Karar; 25.11.2015 tarih ve 2014/86 Esas, 2015/109 Karar, 01.10.2020 tarih ve 2020/21 Esas, 2020/53 Karar). Bu doğrultuda Anayasanın 40 ıncı maddesinde hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkesin yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahip olduğu belirtilmiştir.
4. Anayasanın 36 ncı maddesinde güvence altına alınan yargı mercileri önünde hak arama özgürlüğü, hakların korunmasını amaç edinen vazgeçilmez meşru yöntemlerin başında gelmektedir. Anayasadaki temel hakların korunmasında önemli bir teminat olan yargısal hak arama yolu, hakların korunmasında en etkili ve güvenceli yoldur. Hak arama özgürlüğünün kapsamının belirlenmesinde adalet ve hukuk devleti gibi temel anayasal ilkelerin de gözönünde bulundurulması gerekir. Bu doğrultuda hak arama özgürlüğünün amacının hak ihlalinin önlenerek kişiye hakkının teslim ve adaletin tesis edilmesi olduğu söylenebilir. Anayasanın 36 ncı maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı, kanunun açıkça hatalı veya keyfi uygulanmasına ilişkin istisnalar dışında yargılama sonucunda verilen hükmün adil olup olmadığı veya hukuki açıdan isabetli olup olmadığı hususlarını içermemektedir. Bu itibarla adil yargılanma hakkının davanın taraflarına sağladığı tüm usul güvencelerine uyulmuş olsa bile yargılama sonucunda verilen hükmün hatalı olması mümkündür. Diğer bir ifadeyle adil yargılanma hakkının güvencelerine riayet edilmiş olsa da hâkimin gerek maddi vakıaların değerlendirilmesinde gerekse hukuk kurallarının uygulanmasında yanılgıya düşmesi ve buna bağlı olarak hukuka aykırı hüküm vermesi söz konusu olabilmektedir. Böyle kararlara ilgililerin veya toplumun katlanmasını istemek adalete olan güveni sarsar ve hukuk devletini zedeler. Bu nedenle hak arama özgürlüğünden yararlanılabilmesi bakımından adil ve isabetli olmadığı düşünülen bir hükmün başka bir yargı mercii tarafından denetlenmesi bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Anayasa açısından bu gereklilik, özel olarak düzenlenen hak arama özgürlüğünün kapsamı ve mahiyetinden kaynaklanmaktadır (AYM 27.12.2018 tarih ve 2018/71 Esas, 2018/118 Karar).
5. Anayasanın 154 ve 155 inci maddelerinin de mahkeme kararlarının kural olarak denetlenmesi gerektiği düşüncesiyle düzenlendiği anlaşılmaktadır. Anayasanın 36, 154 ve 155 inci maddeleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasanın mahkemelerce verilen hükmün bir başka yargı mercii tarafından denetlenmesini talep etme hakkını yargılamanın konusuna göre herhangi bir kısıtlamaya tâbi olmaksızın Anayasanın 36 ncı maddesinde düzenlenen hak arama özgürlüğü kapsamında güvenceye kavuşturduğu görülmektedir. Dolayısıyla hükmün denetlenmesini talep etme hakkı, konusu bir suç isnadına dayanan ya da medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin olan tüm yargılamalar için geçerlidir.
6. Anayasanın 36 ncı maddesinde düzenlenen hak arama özgürlüğü kapsamındaki hükmün denetlenmesini talep etme hakkı, kişinin aleyhine verilen bir hükmün başka bir yargı mercii tarafından gözden geçirilmesini ve denetlenmesini isteyebilmesini teminat altına almaktadır. Bununla birlikte hükmün denetlenmesini talep etme hakkının tabiatı itibariyle devletin kanuni düzenleme yapmasını gerektirdiği açıktır. Kişilerin ne şekilde bu haktan yararlanacakları ve bu hakkın temini bakımından nasıl bir sistemin kurulacağı hususunda kanun koyucunun geniş takdir yetkisi bulunmaktadır.
7. Hükmün denetlenmesini talep etme hakkına ilişkin kanuni düzenlemelerde bu denetimin sadece hukuk kurallarının doğru uygulanıp uygulanmadığı hususuyla mı sınırlı olacağı yoksa bunun yanında maddi olguların değerlendirilmesini de mi kapsayacağı hususu kanun koyucunun takdir yetkisindedir. Bu bağlamda mahkeme hükmünün denetiminin maddi olguların değerlendirilmesini de kapsaması gerektiğine dair bir anayasal zorunluluk bulunmamaktadır. Denetimi yapacak yargı mercinin hukuk kurallarının doğru uygulanıp uygulanmadığına yönelik bir denetim yapma yetkisi ile donatılması, hükmün denetlenmesini talep etme hakkının sağlanmasına ilişkin anayasal yükümlülüğün yerine getirilmesi bakımından yeterli görülebilir.
8. Bunun yanında hükmün denetlenmesini talep etme hakkının niteliği dikkate alındığında bu hakkın mutlak bir hak olarak kabulü mümkün değildir. Dolayısıyla bu hak kanun koyucu tarafından bazı sınırlamalara tâbi tutulabilir. Ancak bu sınırlandırmaların Anayasa'nın 13 üncü maddesinde öngörülen ölçütlere uygun olarak yapılması gerekir. Nitekim aynı esaslar Anayasa Mahkemesinin 24.02.2022 tarihli ve 2021/34 Esas, 2022/21 Karar sayılı kararında da benimsenmiştir.
9. Adil yargılanma hakkı çerçevesinde adli yargı sistemi içerisinde görülen hukuk davalarında hükmün denetlenmesini talep hakkının kullanımına dair düzenleme, 6100 sayılı Kanun'da mevcut olup anılan hükümlerde hukuk davalarında kanun yollarına başvuru hakkının hangi koşul ve şekillerde kullanılacağı, bu hakkın temininde nasıl bir yol izleneceği ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
10. Adli yargıda İlk Derece Mahkemelerinin nihai kararlarına karşı kural olarak istinaf yolu öngörülmüştür. 6100 sayılı Kanun’un 341 inci maddesinde istinaf yoluna başvurulabilen kararlar düzenlenmiştir. Anılan maddenin ikinci fıkrasının birinci cümlesinde miktar veya değeri üç bin Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararların kesin olduğu öngörülmüştür. Kuralda belirtilen parasal sınır, anılan Kanun’un ek 1 inci maddesinin birinci fıkrası gereğince her yıl yeniden değerleme oranında artırılarak uygulanmaktadır. Buna göre uyuşmazlık konusu İlk Derece Mahkemesince verilen 2019 yılı itibariyle bu sınır 4.400,00 TL olup 2019 yılı itibariyle bu miktarın altındaki değerde mal varlığına ilişkin davalarda verilen kararlar kesin niteliktedir.
11. Öte yandan 28.07.2020 tarihinde yürürlüğe giren 7251 sayılı Kanun'un 53 üncü maddesi ile 3402 sayılı Kanun'a eklenen ek madde 6 hükmüne göre; kadastro mahkemesinin veya otuz günlük askı ilan süresinden sonra, kadastro öncesi nedene dayalı olarak açılan davalarda genel mahkemelerin verdiği kararlar ile orman kadastrosuna ilişkin davalarda bu mahkemelerce verilen kararlara karşı, miktar veya değere bakılmaksızın 6100 sayılı Kanun hükümlerine göre istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulabileceği düzenlenmiştir.
12. Anılan maddenin gerekçesinde; kadastro mahkemesinin veya otuz günlük askı ilan süresinden sonra, kadastro öncesi nedene dayalı olarak açılan davalarda genel mahkemelerin verdiği kararlar ile orman kadastrosuna ilişkin davalarda bu mahkemelerce verilen kararların miktar veya değerine göre istinaf veya temyiz kanun yoluna tabi olup olmadığıyla ilgili uygulamada tereddütlerin bulunduğu belirtilerek bu tereddütlerin giderilmesi amacıyla bu davalarda verilen kararların miktar veya değeri dikkate alınmaksızın istinaf veya temyiz incelemesine açık olduğunun hükme bağlandığı belirtilmiştir.
13. Gerçekten 6100 sayılı Kanun'un 341 inci maddesi, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'ndan (1086 sayılı Kanun) farklı olarak tüm malvarlığı davalarında istinaf sınırı olarak belirli bir miktarı öngörmüş olup bu hususta hukuk davaları arasında herhangi bir ayrım yapmamış, hükmün kadastro işlemlerinden doğan davalarda ne şekilde uygulanacağı konusunda açık bir hüküm ihdas etmemiştir. Hükümdeki bu belirsizlik, 6100 sayılı Kanun'un yürürlüğü sonrasında uygulamada kadastro işlemlerinden doğan davalarda bir takım tereddütlere sebebiyet vermiş, İlk Derece Mahkemeleri bakımından 6100 sayılı Kanun'da belirtilen kesinlik sınırının altındaki kararlara karşı kanun yolunun açık olup olmadığı hususunda 7251 sayılı Kanun ile yapılan değişikliğe kadar yorum farklılıkları ortaya çıkmıştır. Kadastro işlemleri sonucu ortaya çıkan uyuşmazlıklardan doğan davaların bünyesinde barındırdığı bir kısım özellikler, bu yorum farklılıklarının oluşumunda önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır.
14. Gelinen aşamada; 6100 sayılı Kanun'un 341 inci maddesinin uygulanması sırasında ortaya çıkan tereddütlere vaki etkisi sebebiyle, 3402 sayılı Kanun çerçevesinde kadastro faaliyetinin niteliği ile aynı Kanun'dan kaynaklanan davaların bünyesinde barındırdığı bir kısım özelliklerin üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.
15. Kadastro faaliyeti ile amaçlanan, taşınmaz malların sınırlarının ve hukuki durumlarının belirlenerek tapu sicilinin oluşturulmasıdır. Nitekim 3402 sayılı Kanun'un 1 inci maddesinde bu amaç “Bu Kanunun amacı, ülke koordinat sistemine göre memleketin kadastral veya topoğrafik kadastral haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukuki durumlarını tespit etmek suretiyle 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun öngördüğü tapu sicilini kurmak, mekânsal bilgi sisteminin alt yapısını oluşturmaktır" şeklinde ifade edilmiştir. Bu kapsamda kadastro faaliyetleri ile gerçek hak durumuna uygun şekilde yapılacak tespitlerle taşınmazların hukuki ve fiili durumlarının açık bir biçimde belirlenmesi öngörülmüştür.
16. Tapu sicili, taşınmazlar üzerindeki mevcut hakları göstermek, bunların tesis ve devirlerini sağlamak için tutulan resmî bir sicildir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun (4721 sayılı Kanun) 997 ve devamı maddelerinde düzenlenen tapu sicili, ana ve yardımcı sicillerden oluşan ve çeşitli defter ile belgeleri kapsayan bir bütündür. Zira, tapu sicilinin en önemli unsuru tapu kütüğü olmakla birlikte tek başına kütük kaydının bir taşınmazın geometrik ve hukuki durumunu göstermeye yeterli olduğu söylenemez. Bu anlamda devletin yetkili kıldığı memurlar tarafından tutulan defter, belge ve planlar; taşınmazın malikini, taşınmazı takyit eden sınırlı ayni hakları, konumunu, yüzölçümünü, miktarını, türünü ve şeklini, yine varsa taşınmazla ilgili bazı şahsi haklar ile devir ve temlik hakkı üzerindeki kısıtlamaları da gösterir.
17. Kural olarak taşınmazlar üzerindeki ayni haklar tescille kazanılır (4721 sayılı Kanun md. 705/1). Tescil, tapu kütüğünde ayni hakka ilişkin kaydı ifade eden teknik bir terimdir. Tapu sicilinin taşınmazlar üzerindeki ayni hakları gösterebilmesi için öncelikle taşınmazın tapu siciline kaydı gerekmektedir. Çünkü 4721 sayılı Kanun'un 1000/1 inci maddesinde, her taşınmaza kütükte bir sayfa açılacağı belirtilerek, tapu sicilinin oluşturulmasında "ayni sistem" adı verilen sistem kabul edilmiştir. Bu sistemi kadastrosu yapılmamış yerlerde uygulama imkânı bulunmadığından ülke topraklarının kadastrosunun sağlıklı bir şekilde yapılması, tapuya kayıtlı olmayan taşınmazların çap kaydının oluşturularak tapulanması yüksek seviyede önem arz eden bir husustur.
18. Bu çerçevede kadastro işlemlerinin sağlıklı olarak tamamlanması ve bu işlerden doğan uyuşmazlıkların gerçek durumu gösterir tapu sicili oluşturma gayesine uygun şekilde çözülmesi de "ayni sistemin" doğru ve yararlı bir şekilde faaliyet göstermesi için zorunludur. Belirlenen bu amaç kapsamında kadastro işlemlerinden doğan ve 3402 sayılı Kanun'un uygulama alanı bulduğu uyuşmazlıklar ile ilgili yapılacak yargılamalarda 3402 sayılı Kanun'da belirtilen amaç göz önüne alınmalıdır. Nitekim bu amaç çerçevesinde kadastro işlemleriyle ilgili davalarda hâkim, taraflarca getirilme ilkesinin uygulandığı davalara bakan hâkimlerden farklı olarak bir kısım yetkilere sahiptir. Kadastro işlemlerinden kaynaklanan davalarda hukuk davalarına egemen genel ilkelerden ve usul kurallarında da bir kısım ayrılmalar ve belirli koşullarda yargılamalarda resen araştırma ilkesinin geçerli olduğu durumlar gözlenmektedir. Kadastro mahkemesinde görülen davalarda belirli koşullarda resen araştırma yetkisinin geçerli olması, şüphesiz 3402 sayılı Kanun'un gerçeğe uygun tapu sicili oluşturulması şeklinde ifade edilebilen amacına uygundur.
19. Kadastro işlemleri ile bu işlemlerden doğan davaların yargılaması sırasında uygulanacak kuralların kendine özgü nitelikleri nazara alındığında, ülke toprakları üzerinde gerçekleştirilecek kadastro çalışmaları ile hem taşınmazların sınırlarının tayini hem de bu taşınmazlar üzerindeki hakların doğru bir şekilde tespiti sonrasında tapu sicilinin oluşturulmasında, hak sahibi şahıslar yanında bir ölçüde kamu yararının da mevcut olduğu söylenebilir. Zira 3402 sayılı Kanun'un genel sistematiği içerisinde kadastro çalışmalarının sağlıklı ilerlemesi ve tapu sicilinin gerçeğe uygun olarak tutulması için kadastro komisyonlarına ve mahkemeye tanınan yetkiler ile belirli durumlarla alakalı olarak yargılamalarda resen araştırma ilkesinin uygulanacağının düzenlenmesi, tapu sicilinin doğru tutulmasındaki kamu yararının göz önüne alındığını göstermek bakımından önemlidir.
20. Kadastro işlemlerinden doğan davaların belirtilen özellikleri ışığında; kadastro işlemleri sırasında, işleme konu taşınmaz üzerindeki hakkın ihlal edildiği iddiasıyla açılan davalarda, verilen kararın doğru olmadığına dair iddia bakımından denetlenmesini talep etme hakkı, Anayasanın 36 ncı maddesi kapsamında devreye girer. Aynı zamanda kadastro davalarının hizmet ettiği kamusal yarar göz önüne alındığında; kadastro işlemleri sebebiyle açılan davalarda verilen kararların üst mahkemelerce denetlenmesi, kadastro işlemlerinin sağlıklı olarak tamamlanıp gerçeğe uygun tapu sicilinin oluşumu yönünden gerekli ve yararlıdır.
21. Ayrıca kadastro işlemlerinden doğan davalarda uyuşmazlık, taşınmazın değerinden ziyade taşınmaz üzerindeki hakların ve bu hakların sınırlarının tespiti ile tapu sicilinin gerçek duruma uygun olarak oluşturulmasıyla ilgilidir. Anılan yönüyle bu tür davalar; uyuşmazlık konusunu belirli bir değer yahut miktar olarak esas alan diğer dava türlerinden ayrılmakla dava konusu taşınmazın değerine dair tartışmalar, yargılama sırasında 3402 sayılı Kanun'un sistematiği gereği geri planda yer almaktadır.
22. Bunun yanında bu tür davalarda 3402 sayılı Kanun'un 36/2 nci maddesi gereğince dava harcı, yargılama giderlerinin tespit ve hesaplanmasında ilgili taşınmaz mala ait son beyan dönemi emlak vergisi değerinin esas alınacağı düzenlenmiştir. Aynı maddenin altıncı fıkrası gereğince kadastrosu yapılan yerlerde, emlak vergisi değeri belli olmayan taşınmaz mallara, kadastro ve dava harcı ile yargılama giderlerine esas olmak üzere kadostro komisyonunca kıymet takdir edileceği düzenlenmiştir. Ancak bu hükümler, hâkimin dava konusu taşınmazın değerini serbestçe takdir etme kuralının varlığı karşısında yol gösterici bir mahiyet arz etmekle birlikte belirlenen bu değerlerin mevcut ekonomik koşullarda her zaman gerçeği yansıtmayacağı kabul edilmelidir.
23. Bu nedenle kadastro işlemlerinden doğan davalara konu taşınmazın değeri esas alınarak verilen kararların miktar itibariyle kesinliğinin tayini, hakkaniyete uygun olmayan neticelerin ortaya çıkmasına sebebiyet verebilir. Bu itibarla; 7251 sayılı Kanun'un 53 üncü maddesi ile yapılan değişiklik öncesinde kadastro işlemlerinden doğan davalar ile ilgili olarak 6100 sayılı Kanun'un 341/2 nci maddesinde yer alan istinaf sınırı uygulamasında yorum farklılıklarına dayalı bir kısım tereddütler hasıl olmuş ve bu durumun açıklığa kavuşturulması amacıyla 3402 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmü ihdas edilmiştir.
24. Her ne kadar 3402 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmünün geçmişe etkisi hakkında bir düzenleme bulunmasa da; hükmün gerekçesinden anlaşılacağı üzere madde hükmünde belirtilen davalar yönünden kanun yolu incelemesine dair uygulamada ortaya çıkan tereddütlerin giderilmesi amacının, hükmün zaman bakımından uygulanması sırasında göz önüne alınmasını gerektirmektedir.
25. Bu anlamda adil yargılanma hakkı kapsamında kanun yoluna başvurma hakkının sınırlandırılmasına ilişkin düzenlemelerde Anayasanın 13 üncü maddesi gereğince ölçülük ve sınırlama sebeplerine uygunluk mevcut olmalıdır. Zira hükmün denetlenmesini talep etme hakkını sınırlamaya yönelik bir kanuni düzenlemenin şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kuralların keyfiliğe izin vermeyecek şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir düzenlemeler niteliğinde olması gerekir. Bu durum Anayasanın 2 nci maddesinde düzenlenen hukuk devletinin bir gereği olup sınırlamayı içeren kanunda bulunması anayasal anlamda gerekli olan tüm nitelikler aynı zamanda hukuki güvenliğin tesisi bakımından elzemdir.
26. Buradan hareketle, 3402 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmünün, düzenlemede belirtilen davaların niteliği göz önüne alındığında yürürlük tarihinden önce derdest olan davalara da uygulanması mümkündür. Zira anılan düzenleme, bir usul kurumu olan kanun yollarına dair hükümler içerse de verilen kararların denetlenmesini talep hakkı, Anayasanın 36 ncı maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkından kaynaklanmaktadır. Bunun yanında maddede belirtilen davaların bünyelerinde barındırdığı özellikler sebebiyle verilen kararların denetlenmesi, kamu yararı bakımından da önem arz etmektedir. Bu kapsamda tereddüte yol açan usul kurallarının Anayasada güvence altına alınmış temel haklara, hukuki güvenlik ile hukuki belirlilik ilkelerine aykırı olacak surette aşırı şekilci olarak uygulanması hakkaniyete aykırı durumların ortaya çıkmasına sebebiyet vereceğinden 3402 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmünün zaman bakımından uygulanmasında hem maddede belirtilen davaların nitelikleri hem de adil yargılanma hakkına dair sağlanan güvenceler gözden uzak tutulmamalıdır.
27. Yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; Bölge Adliye Mahkemesince, istinaf dilekçesinin reddine dair karara dayanak olarak dava konusu taşınmazların yapılan keşif sonrasında belirlenen değerlerinin esas alındığı ve istinaf başvurusunda bulunan davalı vekilinin bu taşınmazlardaki payı nispetinde yapılan hesaplama neticesinde anılan davalı yönünden İlk Derece Mahkemesi kararının kesin olduğunun belirtildiği anlaşılmaktadır.
28. Oysa ki yukarıda yapılan açıklamalar ile dava konusu taşınmazların fiziki ve hukuki durumlarının tespit edilerek tapu siciline doğru bir şekilde kaydedilmesindeki kamu yararı dikkate alındığında, taşınmazların parasal değerlerinin herhangi bir önemi bulunmamaktadır. Aksinin kabulü, doğru tespit edilip edilmediği denetlenmeyen ve davanın niteliği gereği taraflar arasında esas çekişme konusu olmayan taşınmaz değerleri esas alınarak kararın kanun yolu vasıtasıyla denetlenmesini talep hakkı engellenmek suretiyle adil yargılanma hakkının ihlâline neden olur.
29. Davanın bünyesinde barındırdığı tüm bu özellikler nedeniyle verilen kararın denetlenmesini talep etme hakkının Anayasa'nın 36 ncı maddesi kapsamında güvence altına alınması, hukuki güvenlik, hukuki belirlilik ve hakkaniyet gereğidir. Nitekim 6100 sayılı Kanun'un 341/2 nci maddesindeki düzenleme ile alakalı kadastro işlemlerinden doğan davalarda kesinlik sınırının ne yönden belirleneceğinin açık bir biçimde belirlenmemiş olması sonucu ortaya çıkan bir takım tereddütler, 7251 sayılı Kanun'un 53 üncü maddesi ile 3402 sayılı Kanun'a eklenen ek madde 6 hükmü ile ortadan kaldırılmıştır. Bu anlamda 3042 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmü, geçmiş dönemdeki farklı yorumları nihayete erdirip miktar itibariyle kesinlik sınırının kadastro işlemlerinden kaynaklanan davalarda uygulanmayacağını açık bir biçimde düzenlemiştir.
30. Bu itibarla 3402 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmünün, davanın bünyesindeki kendine has özellikleri ile verilecek kararın etki edeceği kamusal menfaat ve 3402 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmünün amacı göz önüne alındığında, adil yargılanma hakkının ve hukuki güvenliğin tesisi için somut olayda uygulanması, maddenin ihdas amacı ile hakkaniyet gereğidir. Dolayısıyla İlk Derece Mahkemesince verilen kararın, temyiz kanun yolu aşamasında yürürlüğe giren 3402 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmü karşısında miktar itibariyle kesin hüküm niteliğine haiz olduğu söylenemeyeceğinden bu karara karşı istinaf kanun yolu açıktır.
31. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; 3402 sayılı Kanun'un ek madde 6 hükmünün geçmişe etkili olarak düzenlenmediği, bu sebeple somut olayda uygulanamayacağı, 6100 sayılı Kanun'un 448 inci maddesi kapsamında İlk Derece Mahkemesince kararın verilmesi ile usul işleminin tamamlandığı, kararın verildiği tarihte miktar itibariyle kesin olduğu, dolayısıyla İlk Derece Mahkemesi kararına karşı istinaf kanun yoluna başvurulamayacağı, temyiz sınırı bakımından taşınmazlarla ilgili bir ayrımın mevcut olmadığı, kesin olan bir kararın doğuracağı usuli kazanılmış hakkın nazara alınması gerektiği, kanun koyucu tarafından tanınmayan kanun yoluna başvuru hakkının yargı kararlarıyla tanınamayacağı, bu nedenlerle direnme kararının onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de bu görüş, Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
32. Hâl böyle olunca; Bölge Adliye Mahkemesince önceki kararda direnilmesi doğru olmadığından, hükmün Özel Daire bozma kararında belirtilen nedenlerle bozulması gerekmiştir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Dosyanın 6100 sayılı Kanun’un 373 üncü maddesinin ikinci fıkrası uyarınca kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,
29.05.2024 tarihinde yapılan ikinci görüşmede, oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.
''K A R Ş I O Y''
Dava, kadastro öncesi hukuki nedene dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Uyuşmazlığa konu İlk Derece Mahkemesi kararının verildiği tarih itibarıyla yürürlükte olan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 341 inci maddesinin 7251 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun (7251 sayılı Kanun) ile yapılan değişiklik öncesindeki hâline göre miktar veya değeri bin beş yüz Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararlar kesin olduğu belirtilmiştir.
Öte yandan 28.07.2020 tarihinde yürürlüğe giren 22.07.2020 tarihli ve 7251 sayılı Kanun’un 34 üncü maddesi ile yapılan değişiklik sonrası 6100 sayılı Kanun’un 341 inci madde hükmü, bugünkü şeklini almış olup buna göre miktar veya değeri üç bin Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararlar kesindir. İstinaf sınırına ilişkin bu miktar, 6100 sayılı Kanun’un Ek madde 1 hükmü kapsamında uyuşmazlığa konu İlk Derece Mahkemesi kararının verildiği 2019 yılı itibarıyla 4.400,00 TL olarak belirlenmiştir.
Yine 7251 sayılı Kanun’un 53 üncü maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanunu’na (3402 sayılı Kanun) eklenen ek madde 6 hükmü gereğince; kadastro mahkemesinin veya otuz günlük askı ilan süresinden sonra, kadastro öncesi nedene dayalı olarak açılan davalarda genel mahkemelerin verdiği kararlar ile orman kadastrosuna ilişkin davalarda bu mahkemelerce verilen kararlara karşı miktar veya değere bakılmaksızın 12.01.2011 tarihli ve 6100 sayılı Kanun hükümlerine göre istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulabileceği düzenlenmiştir.
3402 sayılı Kanun’un ek madde 6 hükmü, içeriği ve niteliği itibarıyla usul hukukuna ilişkin bir kuralı düzenleme altına almaktadır. Her ne kadar 3402 sayılı Kanun’da yapılan bu değişikliğe ilişkin kanun gerekçesinde uygulamadaki tereddütlerin giderilmesinin amaçlandığı ve maddede sayılan davalarda verilen kararların miktar ve değerine bakılmaksızın istinaf ve temyiz kanun yolu incelemesine tabi olduğu belirtilmiş ise de; hem madde hükmü hem de madde gerekçesinde düzenlemenin yürürlüğü ile ilgili herhangi bir açıklamaya yer verilmemiştir.
Buradan hareketle 3402 sayılı Kanun’un ek madde 6 hükmü, yürürlüğe girmiş olduğu tarih itibarıyla tamamlanmış işlemlere uygulanmamak kaydıyla düzenlemede belirtilen davalara derhâl uygulanacaktır. Zira usul hukuku alanında geçerli temel ilke, yargılamaya ilişkin usul hükümlerinin derhâl yürürlüğe girmesidir. Bu ilkenin benimsenmesinin nedeni ise bu kanun hükümlerinin kamu düzeni ile yakından ilgili olduğu, daima eskisinden daha iyi ve amaca en uygun olduğu fikri ile kanun koyucunun, fertlere ait olan hakların yeni usul hükümleri ile daha önce yürürlükte olan kanundan daha iyi ve daha adil bir şekilde korunacağına ilişkin inancıdır.
Usul kurallarının zaman bakımından uygulanmasında derhal uygulanırlık kuralı ile birlikte dikkate alınması gereken bir husus da, yeni usul kuralı yürürlüğe girdiğinde ilgili usul işleminin tamamlanıp tamamlanmadığıdır. Hemen belirtilmelidir ki dava, dava dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlayan ve bir kararla (veya hükümle) sonuçlanıncaya kadar devam eden çeşitli usul işlemlerinden ve aşamalarından oluşmaktadır. Yargılama sırasındaki her usul işlemi, ayrı ayrı ele alınıp değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır.
Bir usul işlemi yargılama sırasında yapılmaya başlanıp tamamlandıktan sonra yeni bir usul kuralı yürürlüğe girerse söz konusu işlem geçerliliğini korur. Başka bir deyişle tamamlanmış usul işlemleri, yeni yürürlüğe giren usul hükmünden (veya kanunundan) etkilenmez. Buna karşın, bir usul işlemine başlanmamış veya başlanmış olup da henüz tamamlanmamış ise yeni usul hükmü (veya kanunu) hemen yürürlüğe gireceğinden etkilenir. Çünkü usule ilişkin kanunlar, aksine ilişkin bir düzenleme öngörülmediği takdirde genel olarak hemen etkili olup uygulanırlar.
Yapılan açıklama ve ilkelere uygun olarak 6100 sayılı Kanun’un “Zaman bakımından uygulanma” başlığını taşıyan 448/1 inci maddesi de “Bu Kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhâl uygulanır” hükmünü içermektedir. Bu madde hükmüne göre kanunda aksine bir düzenleme getirilmediği takdirde yeni usul hükümlerinin tamamlanmış usul işlemlerine bir etkisi olmayacak, önceki kanuna veya hükümlere göre yapılmış ve tamamlanmış olan işlemler geçerliliğini koruyacaktır. Buna karşın, tamamlanmamış usul işlemleri yeni kanun hükümlerine göre yapılacaktır.
Dolayısıyla 3402 sayılı Kanun’un ek madde 6 hükmü de, maddede belirtilen niteliği haiz davalarda tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhâl uygulanacaktır. Buradan hareketle 3402 sayılı Kanun’un ek madde 6 hükmünün yürürlüğe girdiği tarihten önce, maddede belirlenen uyuşmazlık türleri hakkında verilen hükümler de karar tarihleri itibarıyla tamamlanmış bir usul işlemi niteliğini haiz olduklarından ve anılan Kanun’un ek madde 6 hükmünün bir usul kuralı niteliği göz önüne alındığında; 6100 sayılı Kanun’un 448 inci maddesi gereğince bu kararlara 3402 sayılı Kanun’un ek madde 6 hükmünün uygulanması mümkün değildir.
Bu sebeple 3402 sayılı Kanun’un ek madde 6 hükmünün yürürlük tarihinden önce verilmiş olan ve madde hükmü kapsamındaki malvarlığına ilişkin davalar yönünden verilen kararlara yönelik olarak yapılacak olan istinaf ve temyiz kanun yolu incelemelerinde öncelikle 6100 sayılı Kanun’un 341 inci maddesi kapsamında miktar itibarıyla temyiz ve istinaf kanun yollarına ilişkin sınırların gözetilmesi ve belirlenen miktarlar altında kalan malvarlığına ilişkin uyuşmazlıklar bakımından verilen kararın miktar itibarıyla kesin hüküm niteliğinde olduklarının kabulü zorunludur.
Aksinin kabulü hâlinde verildiği tarih itibarıyla kesin olan ve davanın tarafları arasındaki uyuşmazlığı kesin olarak nihayete erdiren kesin hükmün sahip olduğu değişmezlik ve dokunulmazlık nitelikleri zedelenir. Zira kesin hükmün taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözümü ile hukuki durumlarının kati bir şekilde belirlenmesinde sahip olduğu nihai etki, aynı zamanda bir hukuk sisteminin olmazsa olmazı olan hukuki güvenlik ve hukuki öngörülebilirlik ilkelerinin gereğidir. Anılan ilkeler sebebiyle kesin hüküm, çözüme ulaştırdığı uyuşmazlığın kapsamı içerisindeki hususlarla ilgili olarak değişmezlik ve dokunulmazlık sıfatlarını bünyesinde barındırır. Bu nitelikleri sayesinde kesin hükmün kapsamındaki hususlar başka bir davanın inceleme konusu olamayacak şekilde muhafaza edilir.
Dolayısıyla düzenleme şekli itibarıyla geçmişe etkili olmayan bir başka deyişle bir geçiş hükmü içermeyen, 3402 sayılı Kanun’un ek madde 6 hükmünün, yürürlüğe girmesinden önce verilen ve 6100 sayılı Kanun’un 341 inci maddesi gereği miktar itibarıyla kesin olan kararlara uygulanarak kesin hükmün değişmezlik ve dokunulmazlık vasıflarına verilecek zarar, aynı zamanda ve dolayısıyla hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkelerini de zedeleyecektir.
Yapılan bu açıklamalar ışığında somut uyuşmazlık incelendiğinde; 7251 sayılı Kanun ile 3402 sayılı Kanun’a eklenen ek madde 6 hükmünün yürürlüğe girdiği 28.07.2020 tarihinden önce İlk Derece Mahkemesince 09.05.2019 tarihinde davanın kabulüne karar verildiği, bu karara karşı davalı vekilince yapılan istinaf başvurusu üzerine Bölge Adliye Mahkemesinin 07.11.2019 tarihli kararı ile davalı vekilinin istinaf başvuru dilekçesinin 6100 sayılı Kanun’un 341/2, 346 ve 352/1 inci maddeleri gereğince reddine karar verildiği, Bölge Adliye Mahkemesince verilen bu karara karşı davalı vekilince gerçekleştirilen temyiz başvurusunun ise Bölge Adliye Mahkemesi tarafından 03.12.2019 tarihli ek karar ile reddine karar verildiği sabittir. Ayrıca işbu dava malvarlığına ilişkin olup istinaf başvurusunda bulunan davalı yönünden hüküm altına alınan malvarlığının değeri 4.136,31 TL’dir.
Bu itibarla İlk Derece Mahkemesince 09.05.2019 tarihinde tesis edilen hüküm tamamlanmış bir usul işlemi olup verildiği tarih itibarıyla 6100 sayılı Kanun’un 341 inci maddesi kapsamında miktar itibarıyla kesin hüküm niteliğini haizdir. Dolayısıyla ve 6100 sayılı Kanun’un 448 inci maddesi gereğince; 28.07.2020 tarihinde yürürlüğe giren ve düzenlenme şekli itibarıyla geçmişe etkili olmayan 3402 sayılı Kanun’un ek madde 6 hükmünün, 09.05.2019 tarihli İlk Derece Mahkemesince tesis edilen kesin hükmüne uygulanamayacağı açıktır. Bu sebeple uyuşmazlık konusu İlk Derece Mahkemesinin kararına karşı miktar yönünden istinaf kanun yolu kapalıdır.
Tüm bu nedenlerle Bölge Adliye Mahkemesinin direnme kararının onanması gerektiği kanaatiyle direnme kararının Özel Dairenin bozma kararındaki nedenlerle bozulmasına dair değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
''K A R Ş I O Y''
Dava, kadastro öncesi sebebe dayalı asliye hukuk mahkemesinde açılmış tapu iptal-tescil davasıdır.
Sayın çoğunluk ile aramızda oluşan uyuşmazlık, temyiz incelemesine konu kararın değer itibariyle verildiği anda kesin olup olmadığı, bir başka ifadeyle olağan yasa yolu incelemesinin mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Yasa yoluna ilişkin hükümler 6100 sayılı HMK da düzenlendiğine göre aynı yasanın 448 inci maddesi “Zaman bakımından uygulanma” başlığıyla “ Bu kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhal uygulanır.” demektedir.
Diğer yandan 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun Ek Madde 6 ise “…kadastro öncesi nedene dayalı olarak açılan davalarda genel mahkemelerin verdiği kararlar miktar veya değerine bakılmaksızın 12/01/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümlerine göre istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulabilir.” şeklindedir. Söz konusu bu düzenleme 22.07.2020 tarihli 7251 sayılı yasanın 53 üncü maddesi ile getirilmiştir. Yürürlük tarihi ise 28.07.2020'dir.
6100 sayılı HMK’nın geçici 3 üncü maddesi ise “ Bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihine kadar, 1086 sayılı Kanunun temyize ilişkin yürürlükteki hükümlerinin uygulanmasına devam olunur…” şeklinde düzenlenmiştir.
1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 427/2 nci maddesi ise “ miktar veya değeri bir milyar lirayı geçmeyen taşınır mal ve alacak davalarına ilişkin nihai kararlar kesindir” demek suretiyle gayrımenkullere ilişkin uyuşmazlıklarda değere bakılmaksızın temyiz yolunun açık olduğu belirtilmiştir.
HMK’nın “İstinaf yoluna başvurulabilen kararlar” başlıklı 341/2 nci maddesi ile “Miktar veya değeri 5.390,00 Türk Lirasını geçmeyen mal varlığı davalarına ilişkin kararlar kesindir.”(değer karar tarihine göre güncellenmiştir) şeklinde düzenleme yapılmıştır.
HMK’nın Temyiz edilemeyen kararlar başlıklı 362 nci maddesinin 1-a bendi ise “Miktar veya değeri kırk bin Türk Lirasını (bu tutar dahil) geçmeyen davalara ilişkin kararlar.” demek suretiyle temyiz sınırını belirlemiştir. Bu miktarın her yıl yeniden değerleme suretiyle arttırıldığı izahtan varestedir.
Bölge adliye mahkemeleri ise bilindiği üzere 20.07.2016 tarihinde faaliyete başlamıştır.
Bu yasal düzenlemeler karşısında çözümlenmesi gereken husus; Bölge adliye mahkemelerinin faaliyete geçtiği 20.07.2016 ile Kadastro Yasası'nın Ek 6 ncı maddesinin yürürlüğe girdiği 28.07.2020 tarihi arasında hüküm altına alınan ve miktar itibariyle verildiği anda yasa yolu kapalı olan uyuşmazlıklar açısından Ek 6 ncı maddenin uygulanıp uygulanmayacağı, bir başka ifade ile verildiği anda kesin olan bu kararlara karşı olağan yasa yolunun mümkün olup olmadığı hususudur.
Bölge adliye mahkemelerinin faaliyete geçtiği tarihten sonra 1086 sayılı HUMK’un 427/2 maddesinin uygulanmasının mümkün olmadığı yine 6100 sayılı HMK’nın Geçici 3 üncü maddesinin açık hükmüdür. 6100 sayılı yasada istinaf ve temyiz sınırı için gayrımenkuller açısından bir ayrım yapılmamıştır.
3402 sayılı Yasa'nın Ek 6 ncı maddesinin geriye yürüyeceğine dair herhangi bir düzenleme de bulunmamaktadır. Genel kural, özel hukuk yargılamasına ilişkin kanun hükümlerinin yürürlük tarihinden sonra sonuç doğurmasıdır.
Kadastro Kanunu Ek 6 ncı maddenin gerekçesinde, her ne kadar uygulamada tereddütler bulunduğundan bahsetmekte ise de bu gerekçeden Kanunun yürürlüğünden önce kesinleşmiş kararlara uygulanacağı sonucunu çıkarmak mümkün değildir.
Verildiği anda değer itibariyle istinaf veya temyiz sınırının altında kalan kararların o anda kesinleştiğinde ise şüphe yoktur. Bir kararın kesinleşmesi, ya verildiği anda miktar itibariyle kanun yoluna kapalı olması veya kanunda açıkça kesin olduğunun belirtilmesi nedeniyle, ya da kanun yolları tüketilmek suretiyle olur. Verildiği anda kesin olan hüküm bakımından artık yargılama bitmiştir. Yargılama süreci biten bir uyuşmazlık için olağan yasa yolu incelemesi mümkün değildir. Kesinlik, yargılamanın devamına engel bir durumdur. Hüküm verildiği anda kesin olduğu için artık tamamlanmış bir usulü işlem söz konusudur. Bu nedenle HMK 448 inci maddesi gereğince Kadastro Kanunu’nun Ek 6 ncı maddesinin tamamlanmış işlemlere uygulanması mümkün değildir. Ayrıca kesin olan bu kararın, lehine olan taraf bakımından usulü kazanılmış hak doğuracağı da unutulmamalıdır. Usulü kazanılmış hak ilkesi kamu düzeninden olup usul hukukunun en önemli ilkelerinden biridir.
Prof. Dr. Baki KURU “ Miktar veya değeri temyiz (kesinlik) sınırını geçmeyen menkul (taşınır) mal ve alacak davalarına ilişkin nihai kararlar kesindir.” (HUMK hükümlerine göre) derken Hukuk Muhakemeleri Usulü 2001 altıncı baskı 4981 inci sayfasında “ Kanundan ötürü verildiği anda kesin olan bir karar temyiz edilirse, temyiz talebi (esasına girilmeden) mesmu olmadığından dolayı reddedilir. Fakat Yargıtay, böyle bir (kesin) kararı yanlışlıkla bozarsa, bu bozma kararı ve mahkemenin bundan sonra yaptığı işlemler geçersizdir (yok sayılır)” demektedir.
Prof.Dr. Ramazan Arslan, Prof.Dr. Ejder Yılmaz, Prof.Dr. Sema Taşpınar Ayvaz, Doç.Dr. Emel Hanağası MEDENİ USUL HUKUKU DERS KİTABINDA özetle;
Medeni Usul Hukuku Kurallarının Zaman Bakımından Uygulanması başlığı altında;
“Hiç kimsenin, gelecekte yürürlüğe girecek bir kanuna göre davranışını düzenlemesi beklenemez. O nedenle özel (maddi) hukuk bakımından, kural olarak, uyuşmazlığın ortaya çıktığı tarihte yürürlükte olan kanun değil, ilişkinin, işlemin veya olayın gerçekleştiği tarihte yürürlükte olan kanun uygulama bulur. Kanunun geçmişe yürümesi veya geçmişe uygulanmaması adı verilen bu durum, kazanılmış haklara saygının bir ifadesidir. Çünkü ilgililerin o kanunlarla hak kazandıkları, dolayısıyla bu hakların ihlal edilmemesi gerektiği kabul edilmektedir. O hâlde kamu hukukunda derhal uygulama ilkesi geçerli olmakla birlikte, tamamlanmış işlem veya durumların yeni kanundan etkilenmemesi; hukuk devleti ve hukuki güvenliğin gereği olarak görülmektedir. Kanunların derhal uygulanması, geçmişe uygulanması değildir.Çünkü, tamamlanmış hukuki durum veya işlemlerin sarsılmaması esastır. Bu bakımdan yeni kanunun lehe veya aleyhe olması önem taşımaz.”,
Olağan Kanun Yolları başlığı altında ;“ …olağan kanun yolu, henüz kesinleşmemiş olan nihai kararlar için tanınmış bir yoldur.”
Belli Parasal Sınırı (İstinaf Sınırını) Geçme Şartı başlığı altında; “Kanun koyucu, ilk derece mahkemelerinin her türlü nihai kararına karşı istinaf yolunu açmamıştır. Miktar veya değeri, Kanunun (md. 341/2) aradığı belirli bir tutarı geçmeyen mal varlığı davalarına ilişkin kararlar kesin olup, bunlara karşı istinaf yoluna başvurulamaz. Nitekim temyiz sistemimiz (HMK 362/1-a; HUMK 427) bakımından da mevcut bulunan benzeri hükmün, Anayasaya aykırılığı gerekçesiyle açılan davada Anayasa Mahkemesi, 20.01.1986 günlü ve 23/02 sayılı kararında ‘bu sınırın konulmasıyla davaların hızlandırılması ve Yargıtayın iş yükünün bir ölçüde azaltılmasının amaçlandığı, bu sınırlamanın kamu yararına yönelik olduğu ve hak arama hürriyetinin de kamu yararı dikkate alınarak sınırlanabileceği” gerekçesiyle, anılan hükmün Anayasaya aykırı olmadığına karar vermiştir.
Kanunun (341/2) belirlediği parasal sınır, “malvarlığı davaları” içindir. Malvarlığı davaları terimi, taşınır ve taşınmaz mal davalarıyla her türlü alacak davasını da kapsar”
Şekli Anlamda Kesinliğin Meydana Gelmesi başlığıyla;“ bazı kararlar (hükümler) verildikleri anda (şekli anlamda) kesindir. Bunlar, istinaf yoluna götürülemeyen (HMK 341, 362, HUMK 427) kararlardır. ..şekli anlamda kesinleşen karara karşı, artık olağan kanun yollarına gidilemez.” demektedir.
Sayın çoğunluk, Anayasa ile hüküm altına alınan hak arama hürriyeti ve Yasa Koyucunun amacından bahsederek, yasa yolu aşamasında yürürlüğe giren kanunun geriye yürütüleceğini ileri sürmüştür.
Bilindiği üzere Anayasa gereğince hak ve hürriyetler kanunla sınırlanabilir (m.13). Nitekim Yasa Koyucu HMK’nın 341 ve 362 nci maddeleri ile bunu sınırlamış, yukarıda belirtildiği üzere Anayasa Mahkemesi de bu sınırlamayı uygun bulmuştur. Diğer yandan Kadastro öncesi sebep dışında açılan tapu iptal ve tescil başta olmak üzere bütün mal varlığı davalarına ilişkin hükümler bakımından Yargıtay istinaf ve temyiz sınırının uygulanmasında bir duraksama yaşamamıştır.
Yasa Koyucu ilgili yasanın kesinleşmiş uyuşmazlıklara da uygulanacağı yönünde bir düzenleme yapmadığı gibi, Kanunun gerekçesinde belirtilen “tereddüt” ifadesinden de bu yasanın geriye yürüyeceği anlamı çıkarılamayacaktır. Ancak yürürlük tarihinden sonra verilen kararlar bakımından tereddütün giderildiğinde şüphe yoktur.
Kanunun gerekçesinden ve genel ifadelerle hak arama hürriyetinden bahsederek kanunların zaman bakımından uygulanmasına ilişkin özel hukukun temel ilkelerinin ihlalini doğru bulmak mümkün değildir.
Somut uyuşmazlığa gelince, keşfen belirlenen dava konusu taşınmaz değerinin karar tarihi itibariyle istinaf kesinlik sınırının altında kaldığı anlaşılmaktadır. Ek 6 ncı madde, mahkeme kararının temyizi aşamasında yürürlüğe girmiştir. Bu nedenle Bölge Adliye mahkemesi tarafından, ilk derece mahkemesi kararının istinaf talebinin değerden reddi yönünde verdiği kararın ve bu kararın temyizi üzerine vermiş olduğu temyiz talebinin reddine ilişkin ek kararın yerinde olduğu düşüncesiyle ve Bölge Adliye Mahkemesinin isabetli olarak ortaya koyduğu direnme gerekçesiyle temyiz talebinin değerden reddine ilişkin ek kararının onanması gerektiği düşüncesiyle, Sayın Çoğunluk görüşüne katılmıyorum.