ADALET HABERLERİ

ADALET HABERLERİ

Hukuk Genel Kurulu'nun 2022/401 E., 2023/1235 K. sayılı kararı

Hukuk Genel Kurulu'nun 2022/401 E., 2023/1235 K. sayılı kararı
3 Okunma

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 13.12.2023 tarihli, 2022/401 E., 2023/1235 K. sayılı kararı

T.C.

Yargıtay

Hukuk Genel Kurulu

2022/401 E., 2023/1235 K.

"İçtihat Metni"

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

SAYISI : 2020/226 E., 2021/233 K.

KARAR : Davanın kabulüne

ÖZEL DAİRE KARARI: Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 09.03.2020 tarihli ve2016/16763 Esas, 2020/1706 Karar sayılı BOZMA kararı

1. Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasının yapılan yargılaması sonucunda Beykoz 2. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne dair 01.07.2021 tarihli ve 2020/226 Esas, 2021/233 Karar sayılı kararın davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine, temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği düşünüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

Davacı İstemi

2. Davacı vekili; ... ili, ...ilçesi, 23 ada 33 parsel ile 24 ada 37 parsel sayılı taşınmazların müvekkili vakfa ait olduğunu, 23 ada 33 parsel sayılı taşınmazın mutasarrıfı olan ... oğlu ... ile 24 ada 37 parsel sayılı taşınmazın mutasarrıfı olan ...’nin mirasçı bırakmadan ölmeleri üzerine taşınmazların Hazine adına tescil edildiğini, oysa 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun (5737 sayılı Kanun) 17 nci maddesi gereğince taşınmazların vakıf adına tescili gerektiğini, Kanun’un emredici hükmüne aykırı bu tescilin yolsuz olduğunu ileri sürerek davalı adına olan tapu kayıtlarının iptali ile müvekkili ... adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabı

3. Davalı vekili; vakıf şerhi olmasının taşınmazın vakfa ait olduğunu göstermediğini, dava konusu taşınmazların 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun (2762 sayılı Kanun) 29 uncu maddesini değiştiren 2888 sayılı Kanun’un yürürlük tarihi olan 24.09.1983 tarihinden önce Hazine adına tescil edildiğini ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.

İlk Derece Mahkemesi Birinci Kararı

4. Beykoz 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 19.03.2012 tarihli ve 2010/389 Esas, 2012/166 Karar sayılı kararı ile; dava konusu 24 ada 37 parsel sayılı taşınmazın ... adına ve 23 ada 33 parsel sayılı taşınmazın ise ... oğlu ... adına kayıtlı iken adı geçen şahısların gaipliğine karar verilmesi nedeniyle Hazine adına tescil edildiği, bu şahısların tüm aramalara rağmen bulunamadığı ve mirasçısız olarak öldüğü kanaatine varıldığından taşınmazların asıl malikinin mutasarrıfı değil vakıf tüzel kişiliği olduğu, dolayısıyla mutasarrıf adına yapılan kaydın mülkiyete değil ancak tasarrufa delalet ettiği, mahluliyetle taşınmazın vakfına döneceği, bu itibarla taşınmazın son mirasçı sıfatıyla Hazineye intikal etmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Özel Daire Birinci Bozma Kararı

5. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

6. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 12.11.2012 tarihli ve 2012/9119 Esas, 2012/12689 Karar sayılı kararı ile; "…Dava, tapu iptal ve tescil isteklerine ilişkin olup, Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden, davacı vakıf temsilcisinin çekişme konusu taşınmazların ... Sultan ...-i Salis Kerimesi ...Sultan vakfından mukataalı olduğunu ve Hazine adına tescil edildiğini ileri sürerek eldeki davayı açtığı görülmektedir.

Bilindiği üzere; icreteynli ya da mukataalı taşınmazların maliki mutasarrıfı değil, vakıf tüzel kişiliğidir. Bu nedenle vakıf malı olan taşınmazların mutasarrıflarının mirasçısız ölmeleri halinde, mahlulen vakfına dönmeleri asıldır. Ancak, Medeni Kanunun kabulünden sonra eski vakıf mülkiyeti 2762 sayılı Yasa ile mülhak ve mazbut vakıflar yeni bir statüye kavuşturulmuştur. Bu Yasanın 29. maddesi ile vakıf taşınmaz mülkiyeti üzerindeki “tasarruf hakkı, kuru mülkiyet (rakabe) hakkı” ayrımına son vermiş, mülkiyetin mutasarrıfa nasıl geçeceğini hükme bağlamıştır. Yeni hukukumuz da, koşulların gerçekleşmesi ve mutasarrıfın ölmesi halinde, Medeni Kanunun intikal hükümlerine göre, mirasçısı bulunmuyorsa, terekesi son mirasçı sıfatıyla Hazineye kalmaktadır. Ne var ki; Yasa bu gibi halde de, öncesi vakıf olan taşınmazların vakfına (aslına) dönmesini uygun görmüş, bazı ayrıcalıklar dışında Hazineye intikal yolunu kapatmak istemiştir. 2888 sayılı Yasanın 2. maddesi ile 2762 sayılı Yasanın 29. maddesi değiştirilerek bir fıkra eklenmiş, mülkiyeti mutasarrıfa geçmiş taşınmazlarda maliklerin bu Yasanın yayımı tarihine kadar ölmeleri üzerine son mirasçı sıfatı ile Hazineye intikal edipte bu husus, tapu kaydına işlenmiş bulunanlar ayrık olmak üzere, mahlulen vakfına rücu edeceğini hükme bağlamıştır. O halde, 2888 sayılı Yasanın yürürlük tarihinden önce, son mirasçı olarak Hazineye intikal edip de, tapuda Hazine adına tescil edilen taşınmazların Yasada öngörülen istisnadan olması nedeniyle vakfına dönmelerine yasal olanak yoktur. Aktarılan bu düzenleme karşısında icareteyn ve mukataa kayıtları taviz vermek yoluyla terkin edilmemiş ve mülkiyeti öngörülen 10 yıllık sürenin sonunda (bu süre daha önce 4755 sayı ile 10 yıl daha uzatılmış ve 13.12.1955 tarihinde dolmuştur) kendiliğinden mutasarrıflarına geçen vakıf taşınmazların maliklerinin mirasçı bırakmadan ölmesi ve taşınmazı 2762 sayılı Yasanın 29. maddesini değiştiren 2888 sayılı Yasanın yayın tarihine kadar Hazine adına tescil edilmemiş olmaları koşuluyla mahlulen vakfına döneceği açıktır.

Somut olayda, çekişmeli taşınmazların 2888 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği 24.9.1983 tarihinden önce hazine adına tescil edilmiş oldukları kayden sabittir.

Hal böyle olunca, yukarıda özetlenen yasal düzenlemeler gereği çekişme konusu taşınmazların 24.09.1983 tarihinden önce Hazine adına tescil edildikleri gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere davanın kabulüne karar verilmiş olması isabetsizdir” gerekçesiyle karar bozulmuştur.

İlk Derece Mahkemesi İkinci Kararı

7. Beykoz 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 23.09.2013 tarihli ve 2013/224 Esas, 2013/500 Karar sayılı kararı ile; Özel Dairenin bozma ilâmına uyularak, çekişmeli taşınmazların 2888 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 24.09.1983 tarihinden önce Hazine adına tescil edilmiş oldukları gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Özel Daire İkinci Bozma Kararı

8. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

9. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 09.03.2020 tarihli ve 2016/16763 Esas, 2020/1706 Karar sayılı kararı ile; "...Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu 33 parsel parsel sayılı taşınmazın 01.11.1950 tarihli kadastro tespit tutanağında 18 Haziran 327 tarihli tapu kaydında maliki görünen ... oğlu ...'in nerede olduğu ve ölü mü olduğunun bilinemediği, vergide de Haremağası ... adına kayıtlı olduğu belirtilerek karar verilmek üzere komisyona sunulduğu, Komisyonun da 28.12.1950 tarihinde taşınmazın ... oğlu ... adına tesciline, onun da hayat mematı meçhul olduğundan keyfiyetin defterdarlığa bildirilmesine karar verdiği ve 18 Haziran 327 tarihli tapu kaydında da Haremeyne mülhak göksuda ...Sultan vakfından bir kıta arsa diye belirtildiği, tespitin 16.10.1951 tarihinde kesinleştiği, taşınmazın 25.08.1969 tarihinde intikalen Hazine’ye devredildiği, çekişme konusu 37 parsel sayılı taşınmazın geldisinin eski 24 ada 8 parsel sayılı taşınmaz olduğu ve onun da 28.03.1951 tarihli kadastro tutanağında gayrimenkulün 1/20 hisseye mukabil müstakillen ...’nin uhdesinde iken bila varis öldüğü mahallen yapılan tahkikat ve bilirkişilerin beyan ve ifadelerinden anlaşılmış olduğu ve bu parselin 1/20 hisseye mukabil tam olarak ... namına tesbiti muvafık ise de mumaileyhin bila varis öldüğünden bir kere de vakıflar müdürlüğünden sorularak ona göre gereğinin komisyonca yapılması muvafık olacağı belirtilerek karar verilmek üzere komisyona sunulduğu, komisyonunda 16.04.1951 tarihinde bu parselin maliki ... 7 Nisan 327 tarihli ve 72 sayılı tapu kaydı ile arsanın 1/20 hissesine sahip olarak görünmekte ise de bu garimenkulün kayden şayi ve mahallen mütakil yerlerden bulunduğu posta tahdit ve beyanından anlaşılmış ve kendisinin bila varis öldüğü keza posta beyanından anlaşılmakla keyfiyetin defterdarlık ve vakıflar müdürlüğüne yazılmasına ve ...’nin ölmüş olduğunun da beyanlarda gösterilmesine karar verdiği, 7 Nisan 327 tarihli ve 72 sayılı tapu kaydında bir kıta arsanın 1/20 hissesinin Saliha Sultan Vakfından Mukataalı olduğunun belirtildiği, tespitin 16.10.1951 tarihinde kesinleştiği, taşınmazın 01.06.1970 tarihinde Hazine’ye intikal ettiği, 08.01.1976 tarihinde de hükmen ifraz edilerek 37 parselin oluştuğu ve Hazine adına tescil edildiği anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere; mutasarrıf iken malik olan kişilerin mirasçı bırakmadan ölmeleri üzerine taşınmazları 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 501. (eski Medeni Kanun'un 448.maddesi) maddesi uyarınca son mirasçı sıfatıyla Hazineye kalır. Ancak, yasa koyucu öncesi vakıf olan taşınmazların vakfına (aslına)dönmesini daha uygun görmüş,bazı ayrıcalıklar dışında, Hazineye intikal yolunu kapatmak istemiştir. İşte bu nedenle 22.9.1983 tarihli 2888 sayılı Yasanın 2. maddesiyle 2762 sayılı Yasanın 29. maddesini değiştirip ayrıca ikinci bir fıkra ekliyerek TMK'nûn 501.maddesinin Hazinenin mirascı olacağı yönündeki genel hükmünden ayrılmış " mülkiyeti mutasarrıfa geçmiş olan taşınmazlarda maliklerin bu yasanın yürürlük tarihine kadar ölmeleri üzerine son mirasçı sıfatıyla Hazineye intikal edipte bu husus tapu kaydına bağlanmış bulunanlar ayrık bırakılarak işlenmemiş olan taşınmazların mahlulen vakfına rücu edeceği" kuralını getirmiştir. Yukarıda belirtilen yasa hükümleri birlikte değerlendirildiğinde, 2888 sayılı Yasanın yürürlük tarihi 24.9.1983 tarihinden sonra aslı vakıf olan taşınmazların Hazineye geçmesine yasal olanağın kalmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.

Hemen belirtmek gerekir ki; bütün bu yasal düzenlemeleri içeren 2762 sayılı Vakıflar Kanunu 27.2.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Yasanın 80. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış ve yeni 5737 sayılı Yasanın 17. maddesi ile “Tasarruf edenlerin veya maliklerin mirasçı bırakmadan ölümleri, kaybolmaları, terk ve mübadil gibi durumlara düşmeleri halinde icareteynli ve mukataalı taşınmaz malların mülkiyeti vakfı adına tescil edilir.” düzenlemesine yer verilmek suretiyle taşınmazların Hazineye intikal yolunu kapatmış bulunmaktadır. Esasen, anılan bu hükmün kamu düzeniyle ilgili kazanılmış hakları bertaraf etmeyeceği tartışmasız olup, çekişmelerde bu hususun gözardı edilemeyeceği de kuşkusuzdur. Ancak, daha önce Hazine üzerine oluşan tapu kayıtlarının iptal edilememesi için de; taşınmazın önce mutasarrıfına geçip özel mülk haline gelmesi, mal sahibinin mirasçı bırakmadan ölmesi ve 2888 sayılı Yasanın yürürlüğünden önce tapuda Hazine üzerine yazılması gibi üç koşulun birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Vakıflar Yasasının tasfiye hükümlerinin işlemesinden önce vakıf malının kuru mülkiyetinin mutasarrıfa geçtiği ve mutasarrıfın tam malik sıfatını kazandığı söylenemez. Anılan Yasanın 29. maddesinde açıklanan koşullar gerçekleşmeden mirasçı bırakmaksızın ölen kişi malik olamayacağı gibi tasarruf hakkı dahi sona ereceğinden taşınmazın mülkiyetinin Hazineye geçtiği ileri sürülemez. Aynı şekilde mutasarrıfı kaçak veya yitik kişi durumuna düşen taşınmazların mülkiyetinin de metruken vakfına dönmesi asıl olup hiçbir surette Hazineye geçmesine yasal olanak yoktur.

Öte yandan, bir mahkemenin Yargıtay Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğünün meydana geleceği 09.05.1960 gün 21/9 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararı gereğidir. Usuli kazanılmış hak olarak tanımlayabileceğimiz bu hal, usul hukukunun vazgeçilmez tememlerinden birisi olup, kamu düzeni ile ilgilidir. Ne var ki, usuli kazanılmış hak kuralının istisnalarından birisi de yanılgıya dayalı bozma kararına uyulmuş olmasıdır.

Bu kapsamda vurgulanmalıdır ki, maddi hataya dayalı olan bir bozma kararına uyulmuş olunması halinde usuli kazanılmış hakka değer verilmesi mümkün değildir. Maddi hataya dayalı bozma kararına uyulmuş olması itibariyle kazanılmış hakkın bulunmadığından söz edilebilmesi için ancak Yargıtay Dairesinin vardığı sonuç, her türlü değer yargısının dışında, hiçbir suretle başka biçimde yorumlanamayacak, tartışmasız ve açık bir maddi hata olarak belirlenmelidir.

Somut olayda, yukarıda açıklanan yasal düzenlenmeler karşısında 33 parsel sayılı aslı vakıf olan taşınmazın mülkiyetinin mutasarrıfı ... oğlu ...’e ve 37 parsel sayılı aslı vakıf olan taşınmazın mülkiyetinin mutasarrıfı ...’ye geçtiğini söyleyebilme olanağı bulunmamaktadır. Diğer bir deyişle, taşınmazların mülkiyeti mutasarrıflarına geçmediğinden son mirasçı sıfatıyla taşınmazların Hazineye intikalleri de mümkün değildir. Dairenin 12.11.2012 günlü bozma kararında mülkiyetin mutasarrıfına geçme şartı gerçekleşmediği halde taşınmazların 24.09.1983 tarihinden önce Hazine adına tescil edilmesi nedeniyle Hazinenin hak sahibi olacağının kabul edilmiş olması maddi yanılgıya dayalıdır.

Hal böyle olunca, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken maddi yanılgıya dayalı bozma ilamına dayalı olarak davanın reddine karar verilmesi doğru değildir..." gerekçesiyle karar bozulmuştur.

İlk Derece Mahkemesi Üçüncü Kararı

10. Beykoz 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 01.07.2021 tarihli ve 2020/226 Esas, 2021/233 Karar sayılı kararı ile; Özel Dairenin bozma ilâmına uyularak davanın kabulüne karar verilmiştir.

11. Kararın davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine Özel Dairece; davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine mahkemece verilen kararın niteliğine göre, dosyanın temyiz incelemesinin 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun (6100 sayılı Kanun) 373/6 ncı maddesi gereğince Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından yapılması gerektiği gerekçesiyle dava dosyasının Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gönderilmesine karar verilmiştir.

II. ÖZÜ

12. Davanın özü; dava konusu taşınmazların mutasarrıflarına vakıf malının kuru mülkiyetinin geçip geçmediği, buradan varılacak sonuca göre mutasarrıfın mirasçı bırakmadan ölmesi durumunda taşınmazın mülkiyetinin Hazine adına tescil edilip edilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

III. ÖN SORUN

13. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, işin esasının incelenmesine geçilmeden önce iki husus ön sorun olarak ele alınmıştır.

Birinci Ön Sorun

14. Birinci ön sorun; mahkemenin son kararına yönelik temyiz itirazlarını inceleme görevinin, Hukuk Genel Kuruluna mı yoksa Özel Daireye mi ait olduğu hususudur.

14.1. Belirtmek gerekir ki; 17.04.2013 tarihli ve 6460 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1 inci maddesiyle 18.06.1927 tarihli 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (1086 sayılı Kanun) 439 uncu maddesinin beşinci fıkrasından ve 1086 sayılı Kanun’un 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun'un 16 ncı maddesi ile değiştirilmeden önceki 429 uncu maddesinin üçüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkrada: “Davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine alt mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi, her hâlde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır" şeklinde düzenleme yapılmıştır.

14.2. Anılan maddenin gerekçesinde ise; “Madde ile davanın esastan reddi veya kabulünü içeren kesin bozmaya uyularak tesis olunan kararların mevzuatta bir değişiklik olmadığı hâlde, önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine ilk derece mahkemesince verilen hükmün temyiz incelemesinin Yargıtay’ın ilgili dairesi yerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılması öngörülmektedir…” denilmektedir.

14.3. Yapılan bu değişiklikle kanun koyucu tarafından Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna yeni bir görev verilmiş, davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine yerel mahkemece verilen kararın temyiz incelemesinin Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından yapılması öngörülmüştür.

14.4. Öte yandan Hukuk Genel Kurulunun görevi, davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararlarla sınırlı bulunmaktadır. Bu nedenle, nihai karar kavramı üzerinde durulmasında yarar vardır.

14.5. 6100 sayılı Kanun’un 294 üncü maddesinin birinci fıkrasında mahkemelerin usule veya esasa ilişkin bir nihai kararla davayı sona erdireceği belirtilmektedir. Bilindiği gibi, hâkimin davadan el çekmesini gerektiren, davayı sonuçlandıran kararlarına nihai kararlar denilmektedir. Nihai kararlar, usule ilişkin nihai kararlar veya esasa ilişkin nihai kararlar (hükümler) olmak üzere ikiye ayrılır. Usule ilişkin nihai kararlar, davanın esasıyla ilgili olmayan kararlar olup, başka bir ifade ile mahkemenin maddi hukuk bakımından değil de usul hukuku bakımından verdiği kararlardır. Bu nedenle, mahkemece verilen görevsizlik, yetkisizlik, davanın açılmamış sayılmasına ilişkin kararlar usule ilişkin nihai kararlar olduğu gibi, dava şartı yokluğu nedeni ile verilen usulden ret kararları da, usule ilişkin nihai kararlardır.

14.6. Esasa ilişkin kararlar ise hâkimin uyuşmazlığın esasını inceleyerek verdiği kararlardır (HMK md. 294/1). Yani davada ileri sürülen taleplerin maddi hukuk açısından incelenerek esas bakımından kabul veya reddine ya da kısmen kabul ve kısmen reddine ilişkin kararlardır. Esasa ilişkin nihai karar ile taraflar arasındaki uyuşmazlık (esastan) sona erer ve hüküm kesinleşince (kesin hüküm ortaya çıkınca), artık o uyuşmazlık (dava konusu) hakkında, aynı taraflar arasında, aynı dava sebebine dayanarak yeni bir dava açılamaz; açılırsa, kesin hükümden dolayı reddedilir (HMK md. 303) (Baki Kuru: Hukuk Muhakemeleri Usulü, İstanbul 2001, C: 3, s. 3005).

14.7. Somut olayda, davanın kabulüne ilişkin olarak verilen ilk kararın, Özel Dairece, davanın reddine karar verilmesi gerektiğinden bahisle bozulduğu açıktır. Mahkemece, birinci bozma kararına uyularak davanın reddine dair verilen karar ise Özel Dairece bu kez davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken maddi hataya dayalı Daire bozma kararına göre davanın reddedilmiş olmasının doğru görülmediği gerekçesiyle bozulmuştur.

14.8. Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, Özel Dairenin ikinci bozma kararı önceki bozma kararını ortadan kaldıracak niteliktedir. Böyle olunca, mahkemece verilen son kararın temyiz inceleme görevinin Özel Daireye değil, Hukuk Genel Kuruluna ait olduğuna oy birliğiyle karar verilmiş ve ikinci ön sorunun incelenmesine geçilmiştir.

İkinci Ön Sorun

15. İkinci ön sorun ise; mahkemece birinci bozma ilâmına uyulmakla davalı yararına usulü kazanılmış hakkın oluşup oluşmadığı hususudur.

15.1. Öncelikle, usulü kazanılmış hak ile ilgili şu açıklamaların yapılmasında yarar vardır.

15.2. Mülga 1086 sayılı Kanun’da ve 6100 sayılı Kanun’da “usulü kazanılmış hak” kavramına ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır. Bu kurum, davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri hâline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada, mahkemenin ya da tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir.

15.3. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 04.02.1959 tarihli ve 1957/13 Esas, 1960/5 Karar sayılı ve 09.05.1960 tarihli ve 1960/21 Esas, 1960/9 Karar sayılı ilâmlarında açıklandığı üzere, bir mahkemenin Yargıtay tarafından verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir; meğer ki, bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen durum uyarınca muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usulü kazanılmış hak yahut usule ait kazanılmış hak denilmektedir.

15.4. Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usulü kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır.

15.5. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı ya da geçmişe etkili yeni bir kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma ilâmına uyulmuş olmakla oluşan usulü kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır. Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usulü kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir.

15.6. Bu sayılanların dışında ayrıca görev, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma kararlarına uyulmasında olduğu gibi kamu düzeni ile ilgili konularda usulü kazanılmış haktan söz edilemez (Kuru, s. 4738 vd.).

15.7. Usulü kazanılmış hakkın hukuki sonuç doğurabilmesi için bir davada ya taraflar ya mahkeme ya da Yargıtay tarafından açık biçimde yapılmış olan ve istisnalar arasında sayılmayan bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan bir hakkın varlığından söz edilebilmesi gerekir.

15.8. Öte yandan 17.04.2013 tarihli ve 6460 sayılı Kanun ile 1086 sayılı Kanun’un 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanun ile değiştirilmeden önceki 429 uncu maddesinin dördüncü fıkrasına eklenen hüküm ile Yargıtay Dairesinin iki bozma kararı arasındaki çelişkinin giderilmesi için temyiz inceleme yetkisi Hukuk Genel Kuruluna verilmiştir. Böylelikle aynı Yargıtay Dairesinin birbiriyle çelişen kararlarının Hukuk Genel Kurulunda incelenerek giderilmesi amaçlanmıştır. Bu düzenleme birinci veya ikinci bozma kararı lehine bir doğruluk veya kesinlik karinesi ihdas etmemekte olup, düzenleme ile somut olay ekseninde iki zıt bozma kararından hangisinin uygun olduğuna yahut bunların dışında başka bir çözüm seçeneğinin bulunup bulunmadığına üçüncü defa Özel Daire değil de Yargıtay Hukuk Genel Kurulu karar verebilecektir. Bu düzenleme, üçüncü kararların türlerine bakılmaksızın temyizen incelenmesi yönünden direnme kararlarındaki rejimi bu kararlara da bir tür teşmil etmektedir. Bu itibarla 1086 sayılı Kanun’un 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanun ile değiştirilmeden önceki 429 uncu maddesinin dördüncü fıkrası olarak eklenen hüküm de esasında usulü müktesep hakkın istisnalarından birini oluşturmaktadır.

15.9. O hâlde 1086 sayılı Kanun’un 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanun ile değiştirilmeden önceki 429 uncu maddesinin dördüncü fıkrasına eklenen hükmün usulü kazanılmış hakkın istisnasını teşkil etmesi nedeniyle davalı yararına usulü kazanılmış hak doğduğundan söz etmenin mümkün olmadığına oy birliğiyle karar verilerek ikinci ön sorun da aşılmış, işin esasının incelenmesine geçilmiştir.

IV. GEREKÇE

16. Uyuşmazlığın çözümünde, öncelikle eski vakıflara ilişkin müesseselere, mukataalı ve icareteynli vakıf mallarının mutasarrıfları adına tasfiye usulüne ve taviz bedelinin hukuksal niteliğinin ne olduğuna ilişkin açıklama yapılmasında yarar vardır.

17. 5737 sayılı Kanun’un 3 üncü maddesi gereğince yeni vakıf; mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi (743 sayılı Kanun) ile 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu (4721 sayılı Kanun) hükümlerine göre kurulan vakıfları ifade etmektedir. Dolayısıyla mülga 743 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıfların hepsi eski vakıf olarak ifade edilmektedir.

18. Vakıf; insanlar tarafından yararlanılmak üzere bir aynı (malı) Allah'ın mülkü hükmünde olmak koşulu ile temlik (mülkiyetin devri) ve temellükten (mülkiyetin devralınmasından) hapis ve men eylemek olarak tanımlanabilir. Bu tanıma göre vakıf mal, kamu malı, vakfın kişiliği ise kamu kişiliğidir. Vakıf mal Allah'ın mülki hükmündedir. Bu nedenle vakıf mallar, her türlü nüfus ve otoritenin el atmasından uzak kalmış ve böylece vakfın sürekliliği sağlanmıştır (İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 02.04.2004 tarihli ve 2003/1 Esas, 2004/1 Karar sayılı kararı).

19. Temelde vakıflarda vakfedilen unsur iktisadi değeri olan bir taşınmaz ya da mal topluluğu (araziler, değirmenler, dükkânlar, binalar vb.) veya ondan elde edilen gelir olduğundan 743 sayılı Kanun’un kabulü öncesinde kurulan mazbut ve mülhak vakıflar toprak sistemi ile yakından ilgilidir.

20. Osmanlı Devletinde topraklar mülk, mirî, vakıf, mevât ve metruk arazi olmak üzere başlıca beş bölüme ayrılmıştır. Bunların arasında özellikle mülk ve mirî topraklar büyük bir yer tutar. Gayri sahih vakıf topraklar da büyük bir yekün teşkil etmekte ise de bunlar esas itibariyle mirî arazi olduklarından bu arazi içerisinde değerlendirilmektedir. Mülk araziye ait esaslar İslâm hukukunda düzenlenmiş ve fıkıh kitaplarında ele alınmış olduğu için bunların Osmanlı tarihi boyunca ayrıca kanunnameler hâlinde tedvinine ihtiyaç duyulmamıştır. Mirî arazi ise aslında çıplak mülkiyeti (rakabe) devlete ait ve bir kira ilişkisi içerisinde kullanımı mutasarrıflara devredilen arazi olduğundan bu arazinin tasarruf şekillerini, devir ve intikal esaslarını düzenleme yetkisi devlete ait olmuştur. Osmanlı tarihi boyunca da bu esaslar münferit fermanlar, hükümler ve kanunlar şeklinde belirlenmiştir. Tanzimat’tan sonra bu alanda bazı düzenlemeler yapılmış, bu düzenlemeleri bir araya getirmek maksadıyla bir kanun hazırlanması düşünülmüş ve 23 Şevval 1274 (6 Haziran 1858) tarihli Arazi Kanunnamesi (Kanunname-i Arazi) bu şekilde meydana gelmiştir.

21. Arazi Kanunnamesi'nin 1 inci maddesine göre araziler mülk (memlük) arazi, mirî (emriye) arazi, metruk arazi, mevat arazi ve vakıf arazi olmak üzere beş bölüme ayrılmıştır. Kanunname'nin 4 üncü maddesinde, vakıf arazilerinin mülkiyet hakkının devredilip devredilememesine göre iki kısım olduğu, bunlardan birincisinin vakfedilen arazinin çıplak mülkiyetinin ve tüm tasarruf haklarının vakfa devrini gerektiren sahih vakıflar; ikincisinin ise mirî arazi üzerinde meydana getirilen tahsisat kabilinden (gayri sahih, irsat kabilinden) vakıflar olduğu belirtilmiştir.

22. Vakıf mülkiyetinin vakıf idaresine ait olup olmaması bakımından vakıflar, sahih ve gayri sahih olmak üzere ikiye ayrılırlar. Mülk mallar üzerinde gerçek şahıslar tarafından kurulan vakıflar sahih olarak anılırken, sahih vakıfların yeterli olmaması veya mevcut vakıfları destekleme ihtiyacının doğması üzerine Devletin araya girerek beytülmale (devlet Hazinesine) ait (mirî) araziyi, rakabesi (çıplak mülkiyeti) devlette kalmak ve gelirleri bir amme hizmetine sarf olunmak üzere vakfettiği hâllere ise gayri sahih vakıf veya irsadi vakıf yahut tahsis kabilinden vakıf adı verilir. Bu çeşit vakıflara gayri sahih (sahih olmayan) vakıf denilmesi, bu vakfın hukuken muteber (geçerli) olmadığını değil, gerçek anlamda bir vakıf sayılmadığını ifade eder. Zira tahsis, bir şahsın kendi mülkü üzerinde cereyan etmediğinden, Sultan uygun gördüğü zaman bu tahsisi kaldırabilir ve mirî arazinin geliri tekrar devlet Hazinesine ait olabilirdi. Mirî arazinin tahsisi, yani gayri sahih vakıf olarak vakfedilmesi, rakabesinin (mülkiyetinin) Hazineden çıkmasına sebep olmaz; aşar ve rüsumunun (kira ve vergilerinin) Hazineye ödenmesine de halel gelmezdi. Nitekim Arazi Kanunnamesi'nin 121 inci maddesinde de sahih vakıftan bahsedilebilmesi için arazinin vakfedenin özel mülkü olması gerektiği belirtilmiştir.

23. Osmanlı Hukukunda mülk araziler; eski köy ve kasaba sınırları içinde bulunan arsalarla bunların kenarlarında bulunan ev ve benzeri gibi oturmaya yarayan yerleri tamamlayan yarım dönüm tutarındaki yerler, sahih temlikle ve kamu yararı amacıyla üçüncü bir kişiye temlik edilen mirî arazi, öşürlü arazi ve haraçlı arazi olarak sayılmıştır. Sayılan dört tür araziden olan bir taşınmazın vakfedilmesi hâlinde sahih bir vakıftan bahsetmek mümkündür.

24. Gerek sahih gerekse sahih olmayan vakıf mallarının onarılması ya da yeniden yaptırılması önceleri vakfı tarafından yerine getirilmekteyken zamanla vakıfların buna gücü yetmemesi nedeniyle mukataa ve icareteyn usulü doğmuştur. Mukataa ve icaretyn, vakıfların kiraya verilmesi bakımından tasnifinde kullanılan kavramlardır. Mukataada; vakfedilen taşınmaz, vakıf tarafından kendi olanaklarıyla inşa ve onarılmasının mümkün olmaması sebebiyle bina yapmak, ağaç, bağ kütüğü veya bağ çubuğu dikmek ve bunların durması karşılığında vakfa her sene maktu bir zemin kirası ödemek suretiyle kiralanmış, bu suretle yapılan bina ve dikilen ağaçlar yapanın veya dikenin malı sayılmış, ölümü ile de bunların mirasçılarına geçeceği, mukataanın yani kira karşılığının verildiği sürece mukavelenin fesh edilmeyeceği ve arazi üzerine yapılan muhtesatın kaldırılamayacağı kabul edilmiştir. İcareteynde ise, yok olan vakıf binalarının yeniden inşası için bir tür süresiz kiraya benzeyen usul oluşturulmuş, kiracıdan kıymetine eşit “müeccele” denilen peşin bir bedel alınıp harap olan bina vakıf tarafından yeniden tamir ettirilerek her sene “muaccele” adı verilen küçük bir bedel karşılığı süresiz olarak kiracılarına bırakılmıştır. Kira parasını ödeyerek hak kazanan kimseye ise mutasarrıf denilmiş, tasarruf hakkı da ölümle mirasçılarına intikal ettirilmiştir.

25. 743 sayılı Kanun'un kabulünden sonra "rekabe" ve "tasarruf" hakkı ayırımına son verilmiş tasarruf hakkı, kuru mülkiyet hakkı (rekabe) ile birleştirilmiştir. Başka bir deyişle tasarruf hakkı sahibi tam mülkiyetin maliki olmuştur. Bu amaçla, 13.12.1935 tarihinde 2762 sayılı Vakıflar Kanunu yürürlüğe girmiş ve vakfa ait taşınmaz malların icareteyne veya mukataaya bağlanması yasaklanmış ve eskiden konmuş olanların tasfiyesi için hükümler getirilmiştir. Gerçekten anılan Kanun'un 27, 29 ve 30 uncu maddelerinde; mukataalı toprakların ve icareteynli taşınmazların mülkiyetlerinin 20 misli bir taviz karşılığında mutasarrıflarına geçirileceği, 10 yıl içinde taviz verilmek yoluyla icareteyn ve mukataa kayıtları terkin edilmemiş olanlarının mülkiyetinin ise 10 yıl sonunda (ki bu 10 yıllık süre 1945 tarihli 4755 sayılı Kanun ile 10 yıl daha uzatılmıştır) kendiliğinden mutasarrıfına geçeceği, vakfın hakkının ivaza dönüşerek taşınmazın tamamının ivaz karşılığında birinci derecede ve birinci sırada ipotekli sayılacağı, ayrıca tavizler tamamen ödenmedikçe o mallar üzerindeki temliki tasarrufların tapu dairelerince tescil olunamayacağı öngörülmüştür.

26. 2762 sayılı Kanun'da yer verilen taviz bedeli konusu 5737 sayılı Kanun'un 18 inci maddesinde yer almıştır. Söz konusu düzenlemede "Tapu kayıtlarında, icareteyn ve mukataalı vakıf şerhi bulunan gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetinde veya tasarrufundaki taşınmazlar, işlem tarihindeki emlak vergisi değerinin yüzde onu oranında taviz bedeli alınarak serbest tasarrufa terk edilir. Ancak miri arazilerden mukataalı hayrata tahsis edilmeyenler ile aşar ve rüsumu vakfedilen taşınmazlar tavize tâbi değildir. Taviz bedelinin hesaplanmasında; ortaklığın giderilmesi veya cebri icra yoluyla satılanlarda satış bedeli, kamulaştırmalarda ise kamulaştırma bedeli esas alınır. Bu Kanun hükümleri gereğince taviz bedelinin tamamı vakfı adına ödenmedikçe, taşınmaz üzerindeki temliki tasarruflar tapu dairelerince tescil olunmaz. Vakıf şerhleri ile ilgili olarak, diğer kanunlarda yer alan zamanaşımı ve hak düşürücü sürelere ilişkin hükümler uygulanmaz" hükmüne yer verilmiştir.

27. Vakıf malın mülke dönüşümü ve mutasarrıfına intikali için alınan taviz bedeli icare ve mukataa karşılığı olup bedel ödenmedikçe o mal üzerinde temliki tasarruf tapu idaresince tescil edilemeyeceğinden bunu (taviz bedelini) “gayrimenkul mükellefiyeti” (TMK md. 849) olarak anlamak gerekir. Nitekim 2762 sayılı Kanun'un 29/1 inci maddesi "…vakfı hakkı ivaza dönerek gayrimenkulün tamamı bu taviz karşılığında birinci derece ve birinci sırada ipotek sayılır" şeklinde ifade edilen ipoteğin "kanuni ipotek hakkı" olduğu kabul edilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 06.07.2011 tarihli ve 2011/14-396 Esas, 2011/463 Karar sayılı kararı).

28. Hemen belirtilmelidir ki mutasarrıf iken malik olan kişilerin mirasçı bırakmadan ölmeleri üzerine taşınmazları 4721 sayılı Kanun’un 501 inci (743 sayılı Kanun’un 448 inci) maddesi gereğince son mirasçı sıfatıyla Hazineye kalır. Ancak 22.09.1983 tarihli 2888 sayılı Kanun’un 2 nci maddesiyle 2762 sayılı Kanun’un 29 uncu maddesini değiştirip ayrıca ikinci bir fıkra ekliyerek Hazinenin mirascı olacağı yönündeki genel hükmünden ayrılınmış “mülkiyeti mutasarrıfa geçmiş olan taşınmazlarda maliklerin bu yasanın yürürlük tarihine kadar ölmeleri üzerine son mirasçı sıfatıyla Hazineye intikal edipte bu husus tapu kaydına bağlanmış bulunanlar ayrık bırakılarak işlenmemiş olan taşınmazların mahlulen vakfına rücu edeceği” belirtilmiştir. Yine 5737 sayılı Kanun’un 17. maddesi ile “Tasarruf edenlerin veya maliklerin mirasçı bırakmadan ölümleri, kaybolmaları, terk ve mübadil gibi durumlara düşmeleri halinde icareteynli ve mukataalı taşınmaz malların mülkiyeti vakfı adına tescil edilir” düzenlemesine yer verilmiştir. Böylece 2888 sayılı Kanun’un yürürlük tarihi olan 24.09.1983 tarihinden sonra aslı vakıf olan taşınmazların Hazineye intikal yolu kapatılmıştır.

29. Öte yandan anılan Kanun hükümlerinin kamu düzeniyle ilgili kazanılmış hakları bertaraf etmeyeceği tartışmasızdır. Başka bir deyişle 2888 sayılı Kanun’un yürürlük tarihi olan 24.09.1983 tarihinden önce mutasarrıf iken malik olan kişilerin mirasçı bırakmadan ölmeleri üzerine taşınmazların son mirasçı sıfatıyla Hazine adına tescil edildiği durumlarda hem 2762 sayılı Kanun’un 29 uncu maddesinin hem de 5737 sayılı Kanun’un 17 nci maddesinin uygulanması mümkün değildir. Ancak daha önce Hazine üzerine oluşan tapu kayıtlarının iptal edilememesi için de taşınmazın önce mutasarrıfına geçip özel mülk hâline gelmesi, mal sahibinin mirasçı bırakmadan ölmesi ve 2888 sayılı Kanun’un yürürlüğünden önce tapuda Hazine üzerine yazılması gibi üç koşulun birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Özellikle mutasarrıfın taviz bedelinin ödenmesine ilişkin 2762 sayılı Kanun'un 27, 29 ve 30 uncu maddeleri gereğince taşınmaz üzerinde malik olması gerekir. Başka bir deyişle 2762 sayılı Kanun’un 29 uncu maddesinde açıklanan koşullar gerçekleşmeden mirasçı bırakmaksızın ölen kişi malik olamayacağı gibi tasarruf hakkı dahi sona ereceğinden taşınmazın mülkiyetinin Hazineye geçmesi söz konusu değildir. Aynı şekilde mutasarrıfı kaçak veya yitik kişi durumuna düşen taşınmazların mülkiyetinin de metruken vakfına dönmesi asıl olup hiçbir surette Hazineye geçmesine yasal olanak yoktur.

30. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; çekişme konusu 33 parsel sayılı taşınmazın 01.11.1950 tarihli kadastro tespit tutanağında 18 Haziran 327 tarihli tapu kaydında maliki görünen ... oğlu ...'in nerede olduğunun ve ölü olup olmadığının bilinemediği, vergide de Haremağası ... adına kayıtlı olduğu belirtilerek karar verilmek üzere Komisyon’a sunulduğu, Komisyon’un da 28.12.1950 tarihinde taşınmazın ... oğlu ... adına tesciline, onun da hayat mematı meçhul olduğundan keyfiyetin defterdarlığa bildirilmesine karar verdiği ve 18 Haziran 327 tarihli tapu kaydında da Haremeyne ...’da ...Sultan Vakfı’ndan bir kıta arsa diye belirtildiği, tespitin 16.10.1951 tarihinde kesinleştiği, taşınmazın 25.08.1969 tarihinde intikalen Hazineye devredildiği anlaşılmaktadır.

31. Yine çekişme konusu 37 parsel sayılı taşınmazın geldisinin eski 24 ada 8 parsel sayılı taşınmaz olduğu ve onun da 28.03.1951 tarihli kadastro tutanağında gayrimenkulün 1/20 hisseye mukabil müstakilen ...’nin uhdesinde iken bila varis öldüğü mahallen yapılan tahkikat ve bilirkişilerin beyan ve ifadelerinden anlaşılmış olduğu ve bu parselin 1/20 hisseye mukabil tam olarak ... namına tespiti muvafık ise de mumaileyhin bila varis öldüğünden bir kere de vakıflar müdürlüğünden sorularak ona göre gereğinin Komisyonca yapılması muvafık olacağı belirtilerek karar verilmek üzere Komisyon’a sunulduğu, Komisyon’unda 16.04.1951 tarihinde bu parselin maliki ... 7 Nisan 327 tarihli ve 72 sayılı tapu kaydı ile arsanın 1/20 hissesine sahip olarak görünmekte ise de bu gayrimenkulün kayden şayi ve mahallen mütakil yerlerden bulunduğu posta tahdit ve beyanından anlaşılmış ve kendisinin bila varis öldüğü keza posta beyanından anlaşılmakla keyfiyetin defterdarlık ve vakıflar müdürlüğüne yazılmasına ve ...’nin ölmüş olduğunun da beyanlarda gösterilmesine karar verdiği, 7 Nisan 327 tarihli ve 72 sayılı tapu kaydında bir kıta arsanın 1/20 hissesinin Saliha Sultan Vakfından Mukataalı olduğunun belirtildiği, tespitin 16.10.1951 tarihinde kesinleştiği, taşınmazın 01.06.1970 tarihinde Hazineye intikal ettiği, 08.01.1976 tarihinde de hükmen ifraz edilerek 37 parselin oluştuğu ve Hazine adına tescil edildiği anlaşılmaktadır.

32. Görüldüğü üzere dava konusu taşınmazların mutasarrıfları adına tescil edildikleri ve mutasarrıfların bila varis olarak ölü veya meçhul olduğunun tespit edildiği tarih itibariyle bu kişilerce taviz bedelinin ödenerek taşınmazların maliki olduğu hususu dosya kapsamı ile sabit değildir. Dolayısıyla dava konusu taşınmazların 2762 sayılı Kanun’un tasfiye hükümlerinin işlemesinden önce kuru mülkiyetinin mutasarrıfa geçtiği ve mutasarrıfın tam malik sıfatını kazandığı söylenemez. Başka bir deyişle 2762 sayılı Kanun’un 29 uncu maddesinde açıklanan koşullar gerçekleşmeden mirasçı bırakmaksızın ölen mutasarrıflar, malik olamayacağı gibi tasarruf hakkı dahi sona ereceğinden taşınmazın mülkiyetinin Hazineye geçtiği de ileri sürülemeyecektir.

33. Hâl böyle olunca, mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya uygun olduğundan karar onanmalıdır.

V. KARAR

Açıklanan sebeplerle;

Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun olan kararın ONANMASINA,

6217 sayılı Kanun’un 30 uncu maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440 ıncı maddesi gereğince kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere,13.12.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

Kaynak:https://www.hukukihaber.net/hukuk-genel-kurulunun-2022401-e-20231235-k-sayili-karari