ADALET HABERLERİ

ADALET HABERLERİ

Hukuk Genel Kurulu'nun 2022/1100 E., 2023/1096 K. sayılı kararı

Hukuk Genel Kurulu'nun 2022/1100 E., 2023/1096 K. sayılı kararı
3 Okunma

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 15.11.2023 tarihli, 2022/1100 E., 2023/1096 K. sayılı kararı

T.C.

Yargıtay

Hukuk Genel Kurulu

2022/1100 E., 2023/1096 K.

"İçtihat Metni"

MAHKEMESİ : Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 16. Hukuk Dairesi

SAYISI : 2022/233 E., 2022/604 K.

HÜKÜM/KARAR : Davanın kabulüne

ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 27.10.2021 tarihli ve

2021/1126 Esas ve 2021/6153 Karar sayılı BOZMA kararı

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.

Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun esastan kabulüyle İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmiştir.

Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

I. DAVA

Davacı vekili; davalı ile ortak kredi kullanma ihtiyacı ... müvekkilinin bürokratik işlemleri daha iyi bildiği için davalıdan yardım istediğini, davalının ... ve emekli olduğu için bankanın müvekkiline kredi vermeyeceğini ancak müvekkiline ait taşınmaz üzerinde inşa edilen iş yerlerinden birinin kendisine devredilmesi hâlinde bu taşınmaz üzerine ipotek tesis edilerek kredi çıkmasının sağlanabileceğini söylediğini, gerek öksüz büyümesi gerekse kendisinin de çocuğu olmaması nedeniyle bir evlat gibi benimsediği davalıya güvenen ve zaten bu yakınlık nedeniyle inşa edilen dükkânlardan birini karşılıksız olarak davalıya bağışlamak düşüncesinde olan müvekkilinin bunu kabul ettiğini, ancak davalının müvekkilinin bu çerçevede devretmeyi teklif ettiği 70 m2 dükkânın kredi için yeterli olmayacağını, daha büyük bir taşınmaz gerektiğini belirterek kredi ödemeleri bittikten sonra küçük dükkânla takas edebileceklerini vadettiğini, müvekkilinin buna inandığını ve daha büyük olan dava konusu 9 numaralı dükkânı satış gibi göstererek davalıya devrettiğini, satışta bedel ödenmediğini, bir süre sonra başka iş için müvekkilinden para isteyen davalının menfi yanıt alınca dava konusu taşınmazı iade etmeyeceğini söylediğini, bu suretle kandırıldığını anlayan müvekkilinin gerçekte bu taşınmazı satmak ya da devretmek gibi bir iradesinin olamayacağını zira bu dükkânı kendisi tarafından düğün salonu olarak işletilmek üzere yaptırdığını, tüm çabalara rağmen davalının taşınmazı devretmemesi üzerine müvekkilinin 10.10.2013 tarihli iş yeri kullanım ortaklığı sözleşmesini imzalamak zorunda kaldığını, kandırılan ve elinden taşınmazı alının müvekkili yönünden hata, hile ve gabine ilişkin hükümlerin uygulanması gerektiğini, edimler arasında nispetsizlik ve açıkça davalı tarafın sebepsiz zenginleşmesinin söz konusu olduğunu ileri sürerek dava konusu 9 numaralı iş yerinin davalı adına olan tapu kaydının iptali ile taşınmazın müvekkili adına tesciline karar verilmesini istemiştir.

II. CEVAP

Davalı vekili; davacıya ait arsa üzerinde yapılacak inşaat için davacının müvekkilinden yardım istediğini, işlerini takip etmesi ve ödenen bedeller karşılığında dava konusu taşınmazın satın alındığını, davacının hata, hile ve gabin iddialarının doğru olmadığını, davanın sözleşme tarihinden itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde açılmadığı, inşaat işlerinde yardımcı olması karşılığında bir dükkân vermeyi vadeden davacının çekişmeli yeri başkasına satmaktansa kredi çekmesi ve kendisine parayı vermesi karşılığında bu yeri müvekkiline devrettiğini, bu kapsamda müvekkilinin bankadan çektiği 70.000,00 TL kredinin 50.000,00 TL'sini davacının hesabına aktardığını, geri kalan 19.500,00 TL'yi davacıdan alacaklı olan mühendis ... ...’a gönderdiğini, satış bedelini satış günü elden davacıya ödediğini, kurulan ortaklık gereği elektrik, su, telefon ve vergileri kendisinin karşıladığını, satış bedeli kadar davacı için harcama yaptığını, uzun yıllar ticaretle uğraşan ve kandırılacak yapıda olmayan davacının inşaatın değer kazanması ve bitmesi sonrasında 9 numaralı iş yerini geri almak için algı oluşturma çabası içine girdiğini, 10.10.2013 tarihli ortaklık belgesinin birlikte çalışmak konusunda davacının ısrarı üzerine düzenlendiğini, iş yeri kullanım ortaklığına dair bu belgenin dahi gerçekte taraflar arasında husumet olmadığını gösterdiğini, davacının kendisini kötü bir insan gibi göstermeye çalıştığını, iddiaların kurguya dayalı ve kötüniyetli olduğunun davacı tarafça düğün salonunun internette satışa çıkarılmış olmasından da anlaşılacağını, satışın iradi olduğunu ve hilenin bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.

III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI

Ereğli (Konya) 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 10.04.2018 tarihli ve 2014/597 Esas, 2018/286 Karar sayılı kararı ile; dosyaya sunulan banka dekontları, faturalar ve makbuzlardan davalının, davacıya ait dava konusu taşınmazın da arasında bulunduğu daha birçok dükkânın inşaat işlerinde kullanılmak üzere kendi nam ve hesabından yüklü miktarda harcamalarda bulunduğu, inşaat işleri ile bizzat ilgilendiği, Adli Tıp Kurumu raporuna göre davacının devir tarihinde fiil ehliyeti ve algılama yeteneğini haiz olduğu gözetildiğinde davacının hile iddiasını somut delillerle ispatlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

IV. İSTİNAF

A. İstinaf Yoluna Başvuranlar

İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.

B. Gerekçe ve Sonuç

Bölge Adliye Mahkemesinin 14.01.2021 tarihli ve 2018/1393 Esas, 2021/18 Karar sayılı kararı ile; tarafların amca-yeğen oldukları, davalının davacıya ait inşaatın işleriyle ilgilendiği, davacının söz konusu inşaattaki 70 m2 lik bir dükkânı çocuğu da olmaması nedeniyle davalıya vermek istediği, bu dönemde nakit ihtiyacı doğup bankaların kendisine kredi vermeyeceğini öğrenince davalı üzerinden kredi çekilmesine razı olduğu, bankanın 70 m2 lik dükkân için kredi vermemesi üzerine sonrasında iade edileceği yönünde karşı tarafın yarattığı güvenle daha büyük bir iş yerini devrettiği, dosya kapsamı itibarıyla değeri daha yüksek olan taşınmazın davalıya devredilmesini gerektiren gerçek ve kabul edilebilir başka bir sebebin davalı tarafça ispatlanamadığı gözetildiğinde hile iddiasının sabit olduğu gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmiştir.

V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ

A. Bozma Kararı

1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

2. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; “…Dosya içeriği ve toplanan delillerden, davacının çekişme konusu taşınmazdaki 9 nolu işyerini 16.11.2012 tarihinde satış suretiyle davalıya devrettiği sabittir.

Bilindiği üzere; hile (aldatma), genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı koruma yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hata da yanılma, hilede ise yanıltma söz konusudur. 6098 s. Türk Borçlar Kanunu'nun (TBK) 36/1. (818 s. Borçlar Kanunu'nun (BK) 28/1.) maddesinde açıklandığı üzere taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse yanılma (hata) esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı halinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.

Öte yandan, hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması hiç bir şekle bağlı değildir. Aldatmanın öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir.

Somut olaya gelince; dinlenen tanıkların beyanlarından davalının dava konusu taşınmazdaki inşaatı davalı ile birlikte yaptığı, davalının buna ilişkin bir takım ödeme ve makbuzları dosyaya sunduğu, bu nedenle davacının davalıya taşınmazda bir dükkân bağışlamak istediği, davalının 23/11/2012 tarihinde Ziraat Bankasından 60 ay vadeli 70.000,00 TL bedelli kredi çektiği, kredi taksitlerinin davalının maaş hesabından ödendiği, 12/12/2012 tarihinde davalının çekilen kredinin bir kısmını davacıya teslim ettiği, esasen 53.000,00 TL'nin kendisine ödendiği hususunun davacının da kabulünde olduğu; diğer taraftan, davacı ve davalı arasında 10/10/2013 tarihinde “İşyeri Kullanım Ortaklığı Sözleşmesi” başlık bir belge düzenlendiği, imzası inkar edilmeyen sözleşmeye göre çekişme konusu 9 nolu dükkânın davacı ve davalı tarafından sağlıkları süresince ortak kullanılacağı, dükkân üzerindeki tüm kararların ortak alınacağı ve ortak olarak kiraya verileceği, taraflardan birinin dükkânı işletmek ister ise diğerine kira bedelinin yarısını vereceği, giderlerin ortaklığa dahil olacağının kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır.

Yukarıda yer verilen olgular ve tanık ifadeleri bir bütün halinde değerlendirildiğinde, temlikin iradi olduğu, iradenin fesada uğratıldığı iddiasının kanıtlanamadığı sonucuna varılmaktadır.

Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken delillerin takdirinde hataya düşülerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir…” gerekçesiyle karar oy çokluğuyla bozulmuştur.

B. Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı

Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; ilk karar gerekçesi tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.

VI. TEMYİZ

A. Temyiz Yoluna Başvuranlar

Direnme kararına karşı süresi içinde davalı vekili vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

B. Temyiz Sebepleri

Davalı vekili; hile iddiasına dayalı davada bu iddianın davacı tarafça ispatlanması gerektiğini, bu husus ispat edilemediği gibi hileli davranışın söz konusu olmadığını, davacının iradi şekilde taşınmazı verdikten sonra dükkânın değerinin çok artması üzerine bir şekilde geri alma gayretine düştüğünü, kararda savunmalarına delil olarak sundukları hususların hiç tartışılmadığını, davacı tanıklarının dahi müvekkili lehine ifade verdiğini, bu nedenlerle bozma kararına uyulması gerekirken direnme kararı verilmesinin hatalı olduğunu ileri sürerek kararın bozulmasını istemiştir.

C. Uyuşmazlık

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; hile hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil davasında dosya kapsamı itibarıyla hile olgusunun ispatlanıp ispatlanmadığı, burada varılacak sonuca göre davanın kabulüne karar verilmesinin yerinde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

D. Gerekçe

1. İlgili Hukuk

1. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 36 ncı maddesi.

2. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 6,7, 190, 203 üncü maddesi.

2. Değerlendirme

1. Dava, aldatma (hile) hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkin olup, konu ile ilgili yasal düzenleme ve kavramların kısaca açıklanmasında yarar vardır.

2. Bilindiği üzere, özel hukukta kişilerin irade özgürlüğüne sahip oldukları ve ancak kendi özgür iradeleriyle hak sahibi olup, borç altına girecekleri temel bir ilke olarak benimsemiştir. Bu temel ilkenin doğal sonucu olarak borçlar hukuku alanında sözleşme özgürlüğü ilkesi esastır. Bu ilke sayesinde kişiler özel borç ilişkilerini, hukuk düzeninin sınırları içerisinde yapacakları sözleşmelerle özgürce düzenleme olanağı bulmaktadır. Bu bağlamda kişilerin işlem (sözleşme) iradelerinin sağlıklı olması ve gerçek iradelerini yansıtması büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü irade açıklaması, bir hukuki işlemin temel kurucu unsurudur. Bu nedenle hukuki işlemin geçerli ve amacına uygun bir hukuki sonuç doğurabilmesi için o hukuki işlemi yapan kişi veya kişilerin sağlıklı bir şekilde oluşmuş iradelerinin bulunması ve yine bu iradelerinin istenilen hukuki sonuca uygun şekilde açıklanması gerekmektedir. Ancak çeşitli nedenlerle kişinin işlem iradesi oluşum ya da açıklama aşamasında sakatlanabilir. Bu sakatlık, iradenin özgür bir biçimde oluşmadığını veya gerçek iradeye uygun şekilde açıklanmadığını gösterir.

3. Bir sözleşme yapılırken taraflardan birinin işlem iradesinin oluşum veya beyanı aşamasında ortaya çıkan sakatlıklara irade bozukluğu denir (Fikret Eren: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22. b., Ankara 2017, s. 392).

4. İrade bozukluğu hâlleri mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda (BK) “Rızadaki fesat” başlığı altında “Hata”, “Hile” ve “İkrah” olarak 23 ila 31 inci maddeler arasında hükme bağlanmış iken, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren TBK’da 30 ila 39 uncu maddeler arasında bu defa “Yanılma”, “Aldatma” ve “Korkutma” başlıkları altında düzenlenmiştir.

5. Türk hukukunda irade bozukluğuna bağlanan yaptırım ise bir kesin hükümsüzlük (butlan) hâli değildir. Mülga BK’nın 23 ve devamı maddelerinde “...ilzam olunamaz.” (BK md.23), “...o akit ile ilzam olunmaz” (BK md. 28), “...kendi hakkında lüzum ifade etmez” (BK md. 29/I), TBK’da ise “... bağlı olmaz” (TBK md. 30), “...sözleşmeyle bağlı değildir” (TBK md.36 ve 37/1) şeklindeki ibareler kullanılmak suretiyle irade bozukluğuyla yapılan sözleşmelerin, iradesi hata, hile veya ikrahla sakatlanan kimseyi bağlamayacağı öngörülmüş ve bu kişiye belli bir süre içerisinde kullanabileceği iptal hakkı tanınmıştır. İrade bozukluğu hâlleri, tüm hukuki işlemler yönünden oldukça önem taşımakta ve koşulları oluştuğu takdirde yapılan işlemin iptal edilmesi sonucunu doğurmaktadır.

6. Somut olayda dava dilekçesinde hata, hile, gabin ve sebepsiz zenginleşme gibi birden fazla hukuki müesseseye dayanılmış ise de hukuki nitelendirme tüm aşamalarda hile (aldatma) hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil davası olarak yapılmış ve yargılamaya bu kabul üzerinden devam olunmuş, taraf delilleri bur çerçevede değerlendirilmiştir. Bu durum taraflarca da itiraz konusu edilmemiş ve Hukuk Genel Kurulunun incelemesi dışında kalmıştır.

7. Dolayısıyla gelinen aşamada aldatma (hile) kavramı üzerinde durulmalıdır.

8. Aldatma da iradeyi sakatlayan sebeplerden biri olarak TBK’nın 36 ncı maddesinde; “Taraflardan biri, diğerinin aldatması sonucu bir sözleşme yapmışsa, yanılması esaslı olmasa bile, sözleşmeyle bağlı değildir.

Üçüncü bir kişinin aldatması sonucu bir sözleşme yapan taraf, sözleşmenin yapıldığı sırada karşı tarafın aldatmayı bilmesi veya bilecek durumda olması hâlinde, sözleşmeyle bağlı değildir” şeklinde düzenlenmiştir.

9. Kanunda hilenin tanımına doğrudan yer verilmemiş ise de aldatma (hile); genel olarak, bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı korumak yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Nitekim Türk Hukuk Lûgatı’nda aldatma; “bir kişinin davranış ya da sözleriyle yanlış bir düşününce doğmasına bile bile yol açarak bir başka kişiyi istenç bildiriminde bulunmaya ya da sözleşme yapmaya yöneltmesi” olarak ifade edilmiştir (Türk Hukuk Lûgatı, Türk Hukuk Kurumu, Ankara 2021, C.1, s.44).

10. Hilede irade sakatlığı, hatadan farklı olarak, iradenin beyanında değil oluşumunda meydana gelmektedir. İradenin oluşumundaki sakatlık ise kişinin kendisi dışında başka birinin kasıtlı bir aldatma fiiliyle gerçekleşmektedir. Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 20.10.2010 tarih ve 2010/1-502 Esas, 2010/536 Karar; 08.07.2020 tarih ve 2017/1-1831 Esas, 2020/549 Karar sayılı kararlarında, hilenin; gerçek durumu bilmesi hâlinde bir kimsenin kabul etmeyecek olduğu bir şeyi kabul etmesine diğer bir kimse tarafından yol açılması olduğu vurgulanmıştır.

11. Hilenin varlığının kabulü için bazı şartların gerçekleşmesine ihtiyaç vardır: Birinci şart “aldatma fiili”dir. Aldatan şahıs diğerini yanıltmış (hataya düşürmüş) olmalıdır. Fakat karşı tarafın düştüğü bu yanılmanın esaslı olması gerekmez (TBK. Md. 36/1). Çünkü aldatan hiçbir surette korunmaya layık değildir. Aldatan, sözleşmenin yapılması ve özellikle görüşmeler sırasında, belirli konu ve hususlarda doğru olmayan bilgiler vermekte veya bazı hususları dürüstlük kuralına göre açıklaması gerekirken kasten gizlemektedir. İkinci şart; “aldatma kastı”dır. Aldatan, karşı tarafı sözleşme yapmaya ikna etmek için ona bilerek ve isteyerek (kasten) gerçek dışı beyanda bulunmuş olmalıdır. Başka bir deyişle, yalan söyleyende karşı tarafı aldatmak ve onun gerçeği bilmesi hâlinde yapmayacak olduğu bir sözleşmeyi yapmağa sevk etmek niyeti bulunmalıdır. Eğer bir kimse, bilmemesi ağır bir kusur teşkil etmesine rağmen, durumu bilmeden bir beyanda bulunmuş ise aldatma kastı yoktur. Üçüncü şart ise “illiyet bağı”dır. Sözleşme aldatma sonucu, onun etkisi ile yapılmalıdır. Aldatılan yapmış olduğu sözleşmeyi, aldatma olmasıydı ya hiç yapmayacak ya da daha iyi şartlarda yapacak idiyse, illiyet bağı gerçekleşmiş olur. Aldatma fiili, sözleşmenin kurulmasının asli şartı olmalı, aldatma ile sözleşmenin kurulması arasında tabi bir illiyet bağı bulunmalıdır (Fikret Eren: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, s. 414 vd., HGK'nın 20.10.2010 tarih ve 2010/1-502 Esas, 2010/536 Karar; 08.07.2020 tarih ve 2017/1-1831 Esas, 2020/549 Karar sayılı kararları).

12. Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere taraflardan biri diğer tarafı hileyle sözleşme yapmaya yöneltmişse hata esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı hâlinde aldatılan taraf, hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable şamil) olarak ortadan kaldırılabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.

13. Hile ile iradenin sakatlandığı olgusunu ispat yükü gerek TMK’nın 6 ncı maddesindeki “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” hükmü ve gerekse HMK’nın 190/1 inci maddesindeki “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” düzenlemesi uyarınca, aldatıldığını ileri süren tarafa aittir.

14. Hata, hile ve ikrah iddialarının senede bağlanması mümkün olmadığından senetle ispat edilmesinde maddi imkânsızlık vardır. Bu nedenle hukuki işlemlerdeki irade bozukluğu iddiaları, HMK’nın 203/1-ç maddesinde senetle ispat zorunluluğunun istisnaları arasında sayılmıştır. Sözleşme resmî senetle yapılmış olsa dahi TMK’nın “Resmî belgelerle ispat” kenar başlıklı 7 nci maddesi “Resmî sicil ve senetler, belgeledikleri olguların doğruluğuna kanıt oluşturur. Bunların içeriğinin doğru olmadığının ispatı, kanunlarda başka bir hüküm bulunmadıkça, herhangi bir şekle bağlı değildir” hükmünü taşıdığından, hile olgusunun tanık dâhil her türlü delille ispatı mümkündür.

15. Konuyla ilgili açıklamalardan sonra taraflar arasındaki dosyaya yansıyan süreç ortaya konulmalıdır.

16. Dosya kapsamından davacıya ait arsa üzerinde, içerisinde farklı büyüklüklerde dükkânların bulunduğu bir iş hanının inşa edildiği, tarafların akraba oldukları ve dava dilekçesinde hiç bahsedilmemekle birlikte dinlenen tanık beyanlarına göre davacının isteği üzerine davalının bu inşaata ait iş ve işlemleri takip ettiği, bu suretle harcanan emek ve mesai dışında davalı tarafça sunulan hesap özetleri, kredi bilgileri, ödeme dekontları, havaleler gibi deliller ve tanık beyanlarından davalının maddi olarak da inşaatın yapımında katkı sağladığı anlaşılmaktadır.

17. Taşınmazda kat irtifakının kurulmasından sonra 16.11.2012 tarihinde dava konusu 9 numaralı bağımsız bölümün davalıya devredildiği, taşınmazın 300 m2 büyüklüğünde olduğu, davalının bu taşınmazı teminat göstererek 30.11.2012 tarihinde 70.000,00 TL bedelli kredi kullandığı, bu kredi bedelinin 53.000,00 TL’sinin doğrudan davacı hesabına gönderildiği, dava dilekçesindeki “müvekkilim ile davalının ortak kredi kullanma ihtiyacı husule gelmiştir” şeklindeki anlatıma da uygun olarak bakiyesinin davalı tarafça daha önceden inşaat için yapılan ödemelere harcandığı taraflar arasında ihtilafsızdır.

18. Davacı, 2023 yılı Eylül ayı sonlarına kadar davalının taşınmazı kendisine iade etmeme düşüncesinden, kandırıldığından haberdar olmadığını, başka bir taşınmazın satışı sırasında tesadüfen karşılaştıklarında davalının kendi işleri için maddi destek talep ettiğini, bunu kabul etmemesi üzerine aralarında anlaşmazlık çıktığını ve bu tarihten sonra davalının taşınmazın devrine yanaşmadığını ileri sürmektedir.

19. Dosya kapsamından tarafların bu olaylardan sonra bir araya geldikleri ve dava konusu dükkânla fiilen birlikte kullanılan düğün salonunun işletilmesi konusunda 10.10.2013 tarihli “İş yeri kullanım ortaklığı” başlıklı sözleşmeyi imzaladıkları, bu sözleşmede davalıya ait dükkânın tarafların sağlığı süresince ortak kullanılacağının kararlaştırıldığı ve devamında “İş bu sözleşme, ... (dayısı), ... (yeğeni) arasına giren üçüncü kişileri yalanı, iftirası ve fesatlığı yüzünden yapılmıştır” şeklindeki açıklamaya yer verildiği anlaşılmaktadır.

20. Tüm bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık incelendiğinde; öncelikle, davacı hile ile iradesinin sakatlandığı iddiasını ispat yükü altında olduğundan Bölge Adliye Mahkemesinin davalının taşınmazın kendisine devredilmesini gerektiren gerçek ve kabul edilebilir bir başka sebebin varlığı ispatlayamadığı şeklindeki ispat yükünü hatalı şekilde ters çeviren gerekçesinde isabet bulunmadığı belirtilmelidir. Davacının hile iddiasını ispat edip edemediği hususuna gelince; davacı ilk olarak zaten aralarındaki yakınlık nedeniyle küçük bir dükkânı davalıya hibe edeceğini, bu vesileyle kredinin teminatı olarak kullanılması imkânı da doğacağından 70 m2 bir dükkânı davalıya devretmek istediğini ancak davalının bankanın kredi için bu taşınmazın yeterli olmayacağını söyleyerek kendisini daha büyük bir dükkânı devretmeye ikna ettiği iddiasına dayanmaktadır. Bu kapsamda dinlenen tanıkların taraflar arasında ihtilaf doğduktan sonraki sürece dair ve duyuma dayalı ifadelerde bulundukları, davalının bankanın kredi başvurusunu reddettiğinden bahisle karşı tarafın iradesini sakatlayarak onu ikna ettiğine dair bilgi ve görgü aktarmadıkları gözetildiğinde tanık beyanlarının tek başına bu iddiayı ispata elverişli olmadığı anlaşılmaktadır. Tam tersine davacının aynı taşınmazda pek çok dükkânın sahibi olduğu, bazılarını satarak devrettiği, dolayısıyla taşınmazların rayiç değerinin ne olduğunu ve 70.000,00TL tutarındaki bir kredi için ne değerde bir taşınmazın teminat gösterilmesi gerektiğini bilebilecek konumda olduğu aşikardır. Yine davacı davalının satış için hiçbir bedel ödemediğini ve kredi işlemlerini müteakip dava konusu taşınmazı iade edeceği konusunda kendisini hile ile kandırdığını ileri sürmüşse de davalının, davacıya ait inşaata gerek emek ve mesai sarf ederek gerekse maddi külfetlerin bir kısmını bizzat üstlenerek destek olduğu hususu davacı tanıkları da dâhil olmak üzere dinlenen tanıklar tarafından doğrulanmıştır. Üstelik davacı, davalının sonradan bu taşınmazı kendisine iade edip zaten bağışladığı daha küçük bir dükkânı üzerine alacağını söyleyerek kandırıldığını ileri sürmesine rağmen, bu durumu öğrendiğini kabul ettiği andan sonra davalı ile bir araya gelmiş ve dava konusu taşınmazın davalıya ait olduğunu tanıklar huzurunda tekrar beyan etmiş ve keşif sırasında da tespit olunduğu üzere bu yer düğün salonunun bir parçası gibi kullanılacağından buna dair kullanımın ne şekilde yapılacağına dair bir anlaşmaya imza atmıştır. Davacının akıl sağlığının yerinde olduğu ve bu sözleşmeyi kendi rızası ile şahitler huzurunda imzaladığı sabit olduğuna göre, hile ile elinden alındığını ileri sürülen bir mal için kişinin böyle bir sözleşme yapmasının hayatın olağan akışı ile bağdaşmadığı da ortadadır. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde davacının kendi rızası ile kısmen bağış iradesi kısmen de maddi desteği karşılığında dava konusu taşınmazı davalıya devrettiği, dosya kapsamı itibarıyla devrin hile ile sağlandığı iddiasının davacı tarafça ispatlanamadığı kabul edilmelidir.

21. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde; davacının nakit ihtiyacı nedeniyle bankadan kredi temini için 73 m2 yüzölçümlü (164.250,00 TL) dükkânı devretmek istediği ancak davalının hileli hareketleri sonucu dava konusu 300 m2 lik dükkânı (750.000,00 TL) davalıya temlik ettiği, davalının 9 nolu dükkânın tamamına malik olmasına rağmen 10.10.2013 tarihli sözleşmeyle davacı ile taşınmazı ortak kullanmayı kabul etmesi, Konya Ereğli 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2017/83 Esas sayılı dosyasında verdiği cevap dilekçesinde taşınmazın yarı payını işleri karşılığında aldığını beyan etmesi, o dosyada dinlenilen davalı tanığı ...'ın da taşınmazın davalıya kredi çekmesi için verildiğini söylemesi, yine Konya Ereğli 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 2015/360 Esas sayılı dosyasında tanık Muzaffer Üsgüdar'ın verdiği tartışmanın küçük dükkân yerine büyüğünün devredilmesinden kaynaklandığına ve davalı sanığın fazlayı iade edeceğini söylediğine dair ifadesi, çekilen kredinin miktarı göz önünde bulundurulduğunda davanın kabulü yönündeki kararın onanması gerektiği görüşü ile davalının inşaattaki emek ve mesaisi karşılığında taşınmazın yarısının kendisine devredileceğine dair 2017/83 Esas sayılı dosyadaki beyanı gözetildiğinde mahkemenin davacı iddiasını kısmen kabul etmesi ve direnme kararının bu değişik gerekçeyle bozulması gerektiği görüşü ve yine taraflar arasındaki uyuşmazlığın dava dilekçesindeki anlatıma göre inançlı işlem hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği, davacı sonradan iade edileceği yönündeki inançlı işlem ilişkisine dair ispata yeterli delil sunamamışsa da davalının 2017/83 Esas sayılı dava dosyasında inşaattaki çalışmaları karşılığında bir dükkânın yarısının kendisine devredileceğini beyan ettiği, bu beyanın taşınmazın yarısı için inançlı işlemin ikrarı mahiyetinde olduğu gözetilerek karar verilmesi için direnme kararının farklı değişik gerekçe ile bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüşler yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

22. Hâl böyle olunca davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulü yönünde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olduğundan direnme kararının Özel Daire kararında gösterilen ve yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

VII. KARAR

Açıklanan sebeplerle;

Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesi gereğince BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine,

Dosyanın 6100 sayılı Kanun’un 373 üncü maddesinin ikinci fıkrası uyarınca direnme kararını veren Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 16. Hukuk Dairesine gönderilmesine,

15.11.2023 tarihinde oy çokluğuyla ve kesin olarak karar verildi.

''K A R Ş I O Y ''

Davacı dava dilekçesinde iddiasının dayanağı olan vakıaları (HMK 119/1-e), davalı da cevap dilekçesinde savunmasının dayanağı olan vakıaları (HMK129/1-e) gösterir. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz (HMK 25/1). Kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkim, kendiliğinden delil toplayamaz (HMK 25/2). Hâkim, Türk hukukunu resen uygular (HMK 33/1).

Bu hükümlerden de anlaşılacağı üzere dava vakıalar üzerinden yürür. Vakıaları bildirmek taraflara aittir. Hakim uyuşmazlığın sınırlarını vakıalarla çizecek olup bu vakıalar dışına çıkarak ve yeni vakıaları kendiliğinden inceleyerek bir sonuca varıp karar veremez.

Hakim Türk hukukunu resen uygularken de tarafların dayandığı iddia ve savunma sebepleri olan vakıaları ve esas almak durumundadır. Bu nedenle mahkemece tarafların gösterdiği hukuki sebep ile bağlı olmaksızın somut uyuşmazlığa uygun olan hukuki müessese ve ilgili kanun hükümleri belirlenerek uyuşmazlığın doğru hükümlere göre çözümlenmesi gerekir. HMK 33 üncü maddedeki açık düzenleme karşısında tarafların, iddia ve savunmalarının dayanağı olarak farklı bir yasa kuralına dayanmış olmaları veya uyuşmazlığın hukuki sebebini oluşturan yasa kuralına dayanmamış olmaları tarafların lehine veya aleyhine sonuç doğurmaz ve bu konuda usuli kazanılmış hak doğduğundan da söz edilmez.

Usule ilişkin bu açıklamalardan sonra taraflar arasındaki uyuşmazlığın çüzümünde aldatma (hile) hukuki sebebinin mi yoksa inançlı işlem hukuki sebebinin mi uygulanması gerektiğinin belirlenmesi gerektiğinden bu hukuki müesseselerin esasları üzerinde de durmak gerekir.

Aldatma, bir kimseyi bir irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için, onda kasten yanlış bir kanaat uyandırma veya esasen mevcut olan yanlış kanaati koruma ya da sürdürme fiilidir (Eren Fikret, Borçlar Hukuku Genel Hükümler 2017 sf: 414, Antalya Gökhan Borçlar Hukuku Genel Hükümler 1. cilt sf:327).

Aldatma (hile) sonucu sözleşme yapılması da yanılma (hata) sonucu sözleşme yapılması niteliğinde ise de yanılmada kişi kendisinden kaynaklanan nedenlerle yanıldığı halde aldatmada karşı tarafın veya üçüncü kişinin davranışıyla yanılma vardır. Bu nedenle aldatmada yanılmadan değil yanıltılmadan söz etmek gerekir. Aldatma yani yanıltılma sözleşmenin tarafınca yapılmış olabileceği gibi sözleşmenin tarafı olmayan üçüncü kişi tarafından da yapılmış olabilir.

Taraflardan biri, diğerinin aldatması sonucu bir sözleşme yapmışsa, yanılması esaslı olmasa bile, sözleşmeyle bağlı değildir (TBK 36/1). Üçüncü bir kişinin aldatması sonucu bir sözleşme yapan taraf ise sözleşmenin yapıldığı sırada karşı tarafın aldatmayı bilmesi veya bilecek durumda olması hâlinde, sözleşmeyle bağlı değildir (TBK 36/2). Aldatma sebebiyle sözleşme yapan taraf, aldatmayı öğrendiği andan başlayarak bir yıl içinde sözleşme ile bağlı olmadığını bildirmez veya verdiği şeyi geri istemezse, sözleşmeyi onamış sayılır (TBK 39/1).

İnanç sözleşmesi ise kişinin bir hakkını belirli süre veya amaçla, inanılan bir kişiye devretmeyi öngördüğü sözleşme olup, bu sözleşme gereği yapılan temlik ve devirler de inançlı işlem olarak adlandırılır. İnançlı işlem ile taşınmazın iade edileceği konusunda kendisine güvenilen kimse, belirlenen süre geçtiği veya amaç gerçekleştiği halde taşınmazı devretmeye yanaşmaz ise taşınmazı devretmiş olan kişinin açacağı tapu iptali davası inançlı işlem hukuki sebebine dayalı olacaktır.

Uygulamada inançlı işleme dayalı uyuşmazlıklar, 05.02.1947 tarihli, 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı (İBK) ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir. Bu kararda, eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı, bu durumun da temsil ve vekâlet ilişkisinde mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına karar verilemeyeceği, zira TBK’nın 509 uncu maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden ... üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı belirtilmiş; öte yandan, gerek taşınır gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun, nam-ı müstear hadiselerinde mesele bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağına, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan BK’nın 18 inci, TBK’nın 19 uncu maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine değinildikten sonra, sonuçta nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur.

Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; davacı dava dilekçesinde nakit sıkıntısı çekmesi nedeniyle kredi çekme ihtiyacı içinde olduğunu, ... olduğu için kredi çekemediğini, davalıya bedelsiz vermeyi düşündüğü 70 m² yüzölçümlü dükkanı davalıya devrederek kredi kullanmak istediğini ancak davalının dükkan küçük olduğu için kredi çıkmayacağını ve daha büyük dükkan olması gerektiğini söylemesi üzerine düğün salonu olan dava konusu taşınmazın davalıya devredildiğini, kredi ödemeleri bittiğinde bu devire dayanılarak bankadan kredi çekildiğini davalının daha sonra başka nedenle para istemesi ve kendisinin kabul etmemesi üzerine davalının düğün salonunu geri vermeyeceğini söylediğini böylece kendisinin kandırıldığını anladığını, oysa ki aralarındaki anlaşmanın kredi ödemeleri bittiğinde düğün salonunu geri verilmesi ve kendisinin de 70 m² lik dükkanı devretmesi şeklinde olduğunu belirterek tapu iptali ve tescil talebinde bulunmuştur.

Bu devir nedeniyle davalının bankadan kredi çektiği davalının da kabulündedir. Davalı çektiği 70.000,00 TL kredinin 50.000,00 TL’sinin davacı hesabına aktarıldığını, 19.500,00 TL’sinin davacıdan alacaklı olan mühendis ... ...’a gönderildiğini, taşınmazın satış bedelini ise devir günü davacıya elden ödediğini, ayrıca davacı için öncesinde satış bedeli kadar harcama yaptığını belirtmiştir.

Tarafların dayandıkları vakıalara göre dava konusu taşınmazın devrinden yararlanılarak bankadan kredi çekildiği ve kredinin büyük bölümünün davacıya verildiği konusunda uyuşmazlık yoktur. Davalı savunmaları da çekilen kredi davacıya verilmek suretiyle satış bedelinin ödendiği yönünde olmayıp satış bedelinin satış günü ödendiği ve satış bedeli kadar davacı için masraf yapıldığı yönündedir. Davacı kredi çekildiğini kabul etmekle beraber kredi ödemeleri bittikten sonra taşınmazın kendisine devredileceği konusunda anlaştıklarını da ileri sürdüğüne göre dayanılan vakıalar davanın inançlı işlem hukuki sebebine göre incelenmesi gerektiği açıkça anlaşılmaktadır.

Davacı dava dilekçesinde davalının taşınmazı geri vermeyeceğini söylemesi üzerine aldatıldığını anladığını beyan etmekte ise de buradaki aldatılma inançlı işlemde taşınmazın devredildiği kişiye olan güvenin boşa çıkmasına yönelik bir beyan olup akdin kurulmasına neden olan bir aldatıcı davranıştan söz edilmiş sayılamayacaktır. Bu nedenle davacının aldatılma iddiası da dayanılan somut vakıalar karşısında davanın hile hukuki sebebine göre incelenmesini gerektirmemektedir.

Uyuşmazlık inançlı işlem hukuki sebebine göre incelendiğinde kredi çekilmesi amacını gerçekleştirebilmek için devir yapıldığı ve bu nedenle inançlı işlem olduğu düşünülebilir ise de davalının da inançlı işlem bulunmadığına yönelik delilleri bulunmaktadır. Bu kapsamda taşınmaz devri sonrasında taraflar arasında “İşyeri Kullanım Ortaklığı” başlıklı sözleşme imzalanmış olup bu belgede ...’e ait dükkanın bundan böyle tarafların sağlıında ortak kullanılacağı kararlaştırılmıştır. Bu belgede öncesinde tapuda yapılan devirin inançlı işlem olduğu ve kredi ödemeleri bitince ...’ya devredileceğine dair bir açıklama yer almamış aksine taşınmazın ...’e ait olduğundan söz edilmiştir.

Kredi çekilmesi amaçlı bir devir yapldığı davacı tarafından ispatlanmış ise de taraflar arasında sonradan yapılan sözleşmede inançlı işlemin varlığından söz edilmemesi nedeniyle sonraki sözleşme inançlı işlemin varlığını nakzeden bir içeri taşımaktıdır. Bu durumda davacının kredi belgeleriyle inançlı işlemin varlığını ispatlamış sayılamayacağı kabul edilmelidir.

Yukarıda sözedilen içtihadı birleştirme kararında inançlı işlemin yazılı delille ispatlanması gerektiği, yazılı delili bulunmayan tarafın yemin deliline dayanmasının mümkün olduğu belirtilmiştir. Bu kararda yazılı delille ispattan söz edilmiş ise de diğer kesin delillerle ve bu kapsamda ikrar ile de inançlı temlik ispatlanabilir. Zira HMK 188 inci maddede “Tarafların veya vekillerinin mahkeme önünde ikrar ettikleri vakıalar, çekişmeli olmaktan çıkar ve ispatı gerekmez.” hükmü getirelerek ikrarın kesin delil niteliği açıkça ortaya konulmuştur. Madde kapsamı gözetildiğinde ikrarın mutlaka davanın görüldüğü mahkeme önünde olması gerekli olmayıp başka mahkeme önünde dava konusuyla ilgili bir ikrar varsa mahkeme önünde ikrar kabul edilip kesin delil olarak değerlendirilmelidir. Bu ikrar hakim tarafından tutanağa geçirilmiş bir beyan olabileceği gibi, tarafların veya vekillerinin mahkeme dosyasına veya eki sayılan delil tespiti dosyası veya ihtiyati tedbir dosyasına verdikleri dilekçelerinde yer alan beyanlar da olabilecektir.

Davacı banka kayıtlarıyla inançlı işlemin varlığını ispatlayamadığı gibi elinde inançlı işlemin varlığını ispatlamaya elverişli başka bir yazılı delil de sunamamış ise de davalının, davacı iddiasını ispatlamaya elverişli olan ve ikrar niteliği taşıyan bir beyanı bulunup bulunmadığı üzerinde de durulması gerekir.

Ereğli (Konya) 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2017/83 Esas sayılı dosyasında davalı vekilince verilen cevap dilekçesinde, müvekkili ile davacının birlikte yaklaşık üç yıl inşaat işleri ile birlikte çalıştıklarını, yapılan anlaşma gereği müvekkilinin emek ve mesaisine karşılık davacı olan dayısının müvekkiline inşaattan bir dükkanın yarısını vermeyi taahhüt ettiğini ve tapuda devir ettiği halde sonradan bunu da yeğeninden geri almanın yollarını aradığını, söz konusu dükkanın yarı hissesinin parasını müvekkilinin kredi çekerek ve demir gibi inşaat malzemeleri alarak ödediğini, bu sebeple müvekkilinin Ereğli 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2014/597 Esas sayılı dosyası ile tapu iptali ve tescil davası açtığını, bu dava dosyasının derdest olduğunu, bu süreçte davacının, müvekkiline baskı yaparak bu taşınmazı kendisine geri vermesi için uğraştığını beyan etmiştir.

Bu beyanlar taşınmazın tamamı için inançlı işlemin varlığını ispatlamaya yeterli değil ise de taşınmazın yarı payı için inançlı işlemin varlığını ispatlayan ikrar niteliği taşıyan beyanlardır. Bu durumda 1/2 pay için ispatlanamayan davanın reddine karar verilmesi 1/2 pay için ise ikrar niteliğini taşıyan beyanlara göre inançlı işlem temelinde davanın ispatlandığı kabul edilerek tapu iptali ve tescil kararı verilmesi gerekirken yazılı şekilde hilenin varlığı kabul edilerek taşınmazın tamamı için kabul kararı verilmesi doğru olmamıştır.

Bu durumda direnme hükmünün farklı değişik nedenle bozulması gerektiği görüşünde olduğumdan geçerli bir temlik bulunduğu için davanın reddi gerektiğine değinen özel daire kararı bozma yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.

Kaynak:https://www.hukukihaber.net/hukuk-genel-kurulunun-20221100-e-20231096-k-sayili-karari